1914-1915 SARIKAMIŞ HAREKATI
1. BÖLÜM
"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım.
Elemim bir yüreğin karı değil, paylaşalım.
Ne yapsın ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki,
Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!
Ah karşımda vatan namına bir kabristan.
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan..."
Mehmed Akif Ersoy
Rüzgarla karışık çiseleyen yağmur, vapura binmek için sırada bekleyen erlerin yüzüne, bir kırbaç gibi vuruyor, acı çığlıklar atan rüzgarın sesi, neferlerin kulaklarında yankılanıp duruyordu. Bu kasvetli hava, erlerin bellerine bağladıkları kütüklüklerin içindeki mermilerin ağırlığını, canlara kasteden o soğukluğunu alabildiğine yansıtırcasına daha da ağırlaştırıyordu.
Rüzgarın önünde avareser1 bir şekilde sağa sola savrulan bulutların rengi, açık griden koyu griye dönüyor, yerinden hiç sökülemeyecekmiş gibi duran camilerin minarelerini kolayca kırabilecek, büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini veriyor, İstanbullulara Balkan Harbi'nin o elim acısını yeniden hatırlatmak, kabuk bağlayan yaralarını sızlatmak ve inceden inceye kanatmak istiyordu. Eski ahşap evler, yağmurda ve rüzgarda romatizmalı bir ihtiyar gibi inliyor, yavaş yavaş sallanıp duruyordu. Bazı ocak tütmeyen evlerin aksine, yalıların bacalarından yükselen dumanlar göğe savruluyor, bir süre sonra gökyüzünde belirsizleşip yitiyordu. Bu kayboluş, rüzgarın önünde bu sürükleniş, Osmanlı Devleti'nin yazgısına ne kadar da benziyordu.
Balkanlardan esen savaş rüzgarları önünde Osmanlı askeri de, bir duman gibi savrulmuş ancak Çatalca'nın dağlarında durabilmişti. Bu duruş, yorgun bir vücudun, mecali tükenmekte olan kollarının uçuruma düşerken, bir ağaç can havliyle dalma tutunmasına benziyordu. Henüz, rahat bir nefes alamadan, şimdi de Osmanlı'nın ensesine bir giyotin gibi inmeyi bekleyen, İngilizlerin ve Fransızların Çanakkale'ye saldırma haberleri ve ordunun Kafkasya Seferi'ne hazırlandığı yönünde söylentiler kulaktan kulağa dolaşıyordu. Bu haberler bir deprem dalgası gibi yorgun başkentin sokaklarında, caddelerinde ve mahallelerinde gittikçe büyüyor, İstanbul halkını derinden sarsıp duruyordu.
Tüm donanımlarıyla, ustura keskinliğindeki ayazda bekleşen erler, soğuktan üşümüş, titreyen elleriyle, tüfeklerini sıkı bir şekilde tutmaya çalışıyordu.
Askerin bakışlarında hafif de olsa bir çekingenlik vardı. Çoğunun gözleri, kaşları, bıyıkları kömür gibi karaydı. Bazılarının gözleri kahverengi, bazılarının mavi, bazılarının ise memleketlerindeki uçsuz bucaksız meraları hatırlatırcasına yeşildi. Haydarpaşa Limanı'nda bekleşen eratın, bakışları bulutlar içindeki minarelere takılmıştı. Ufukta görebildikleri her şeyi daha dikkatli bir şekilde incelemeye çalışıyorlardı. Minareleri, martıları, yalıları, Topkapı Sarayı'nı, Genelkurmay binası içindeki yangın gözetleme kulesini uzun uzun seyrediyor, görüş alanlarındaki her şeyi, taşa yazı yazan ustalar gibi belleklerine kazıyorlardı. Hiçbir şeyi düşünmemeye çalışıyorlardı. Başkente, neden ve niçin geldiklerini hatırlamak dahi istemiyorlardı. Hatırlamak onlar için büyük yorgunluktu. Ancak akıllarından hiç çıkmayan, bir mıh gibi beyinlerinde çakılı duran şey sevdiklerinden ayrılma anlarıydı. Soğuk havaya rağmen, o veda sahneleri gönüllerini titretse de içlerini ısıtıyordu. Bu sahneler en ince ayrıntılarıyla beyinlerinin kıvrımlarında dönüyor, sevdiklerinin hayalleri akıllarına gelince gözleri dolu dolu oluveriyordu. Hasret ve ayrılık acısıyla dolan gözler, asker arasında zayıflık olarak sayıldığından, dolan gözlerini yanında duran arkadaşlarına göstermemeye çalışıyorlardı.
Böyle anlarda, kuru ve çatlamış dudaklarda yavan, sessiz bir türkü geziniveriyordu:
"Denizin dalgasına Kapının halkasına Ben yolladım yarimi Urusun kavgasına"
Bu erlere beklemek hep zor gelirdi... Kanlarında dolaşan delilik yüzünden hep hareketli olmak istiyorlardı ama başlarındaki zabitler, kuru üzümle yukarı doğru, hilal şeklinde büktükleri bıyıklarını sıvazlayarak "Bekleyin..." diyorlardı... "Bekleyin..."
Onlar da bekliyorlardı. İçlerinde kopan, gönüllerinde yankılanan çığlıkları bastırmasını bilen erler sessizliğin sesini dinliyor, bu sessizliği ötüşleriyle arada sırada yırtan martılara şaşkınlık içinde bakıyorlardı.
Erlerin bazıları ilk defa deniz görüyor, denizde yapacakları vapur yolculuğundan çekmiyorlardı. Dalgaların kucağında sallanıp duran Mithatpaşa vapuruna baktıkça, işlerinin zor olduğunu düşünüyorlardı. Dolan gözleri gibi içlerindeki endişeyi de belli etmemeye çalışıyorlardı. Tedirginliğin verdiği psikolojiyi dağıtmak için dua ediyorlar, bu esnada sağ ellerini kalplerinin üstüne koyuyorlardı. Dua, onlar için güvenli bir liman, koruyucu bir sığmak, derin bir siper gibiydi. Dua eden biraz rahatlıyor, alınlarına yazılmış olan yazgılarını ama öyle ama böyle yaşayacaklarını bildiklerinden, kaderlerine teslim oluyorlardı.
Sirkeci'de toplanan erler, yandan çarklı Şirket-i Hayriye vapurları ile Haydarpaşa Limanı'na taşınıyor, burada yan yana demir atıp dalgalarla gamsız bir şekilde oynaşan vapurlara binmek için bekleşiyor, daha önceden vapura binmiş olan erlere soru dolu gözlerle bakıyorlardı. Soğuğa rağmen limana gelen sivil halktan bazıları üzgün, çaresiz bir halde erata bakıyor, gözleri, en çok potinleri delinen, kaputu olmayan, zayıf ve çelimsiz erlere takılıyor, gördükleri bu tablolar onlarda hüzün fırtınaları koparıyordu.
Erlerden bazıları Çanakkale'ye, bazıları da Ruslarla savaşmak için Erzurum'a gideceklerini düşünüyordu. Asker arasında çeşitli fikirler yürütülüyor, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, son zamanlarda çokça duydukları Çanakkale, Kafkasya, Yemen, Kanal adlarını birbirlerinin kulaklarına fısıldayıp duruyorlardı. Büyük bir imparatorluğun aslında o kadar çok sayılacak yeri vardı ki ama onlar sadece sıkça duydukları bu isimleri tekrarlamakla yetiniyorlardı. Ancak gidilecek bu yerler için koyu bir belirsizlik vardı. Aslında bu, asker için o kadar önemli değildi. Nasıl olsa artık hiçbir şey değişmeyecekti. Düşmanla, vatan için bir yerlerde çarpışacaklarını biliyorlardı. Bu temel düşünce vapura binen her erin içinde vardı. Gizli bir umursamazlık içindeyken, büyük sefer başlangıcında önemsedikleri tek şey sevdikleriydi.
Cepheye gidinceye dek tatlı bir tembelliğin ve uyuşukluğun yaşanacağını tecrübeli erler iyi biliyorlardı ama onlarda da belirgin yorgunluk seziliyordu. Daha önce Balkan Harbi'ne katılan erler şimdi de bir başka harbe gitmenin yılgınlığını yaşamadan edemiyorlardı. Onlar, İstanbul'daki tatlı söylevlere, acemi erleri heyecana getirici ateşli konuşmalara hemen kapılmıyorlardı. Savaşmanın, düşman önüne çıkmanın nutukla değil silahla, cephaneyle olduğuna inanıyor, askerin giyiminin ve iaşesinin bol olması gerektiğini düşünüyorlardı. Ayrıca Balkan Harbi'nden sonra İstanbul'a gelen birçok gazinin camilerde, sokaklarda başlarının çaresine bakabilmek için ne durumlara düştüklerini akıllarından çıkarmıyorlardı. Harp sırasında ölmek bir yana, harp sonrasında kendi vatanında, mutluluk veren o başşehirde ziyan olmak insana çok ama çok acı geliyordu. İşte tecrübeli erler yeni bir harbin ve yeni bir seferin başlangıcında "Acaba yine ziyan olur muyuz?" diye düşünmeden kendilerini akmıyorlardı. Onları korkutan en önemli şey cephe gerisinde, büyük şehirlerde aç ve açık kalacak olmalarıydı...
Aslında savaşırken, insanın aklına hayatta kalmaktan başka bir şey gelmezdi. Asker acıktığını, susadığını, üşüdüğünü, geride bıraktıklarını düşünemezdi bile. Düşünmeye vakti olmazdı ki. Beyni ve vücudu hayatta kalmaya odaklanır, böyle zamanlarda gayreti artardı. Bu yüzdendi cephe anını hiç düşünmemeleri... Onlar için en önemli şey harp sonrası durumlarıydı. Balkanlardan çekilirken olduğu gibi bir çalı dibinde, bir ağaç altında veya bir tren garında hummadan2 ölecekler miydi? Bu sorunun cevabını verebilmek onlar için o kadar zordu ki...
Bir büyük harbin başlangıcında olan erler, İstanbul sokaklarında yürürlerken, kendilerini izleyen kalabalığın söylediği:
"Şehitsen, secdeler yüce ruhuna der. Yer Allahü Ekber, gök Allahü Ekber.
Allahü Ekber Allahü Ekber!
Yolun açık olsun asker şiirinin mısralarında en çok "Allahü Ekber" kelimesine, bir de "Enver Paşa çok yaşa!" sloganına takılıp kalıyorlardı. Her erin kulaklarında, bu sloganlardan arta kalan "Allahü Ekber" ve "Enver Paşa" kelimeleri yankılanıp duruyordu.
Bazen kalabalığın önünden geçerken, erler de içlerinden sayıklamadan edemiyorlardı:
"Şehitsen, secdeler yüce ruhuna der, Yer Allahü Ekber, gök Allahü Ekber..."
Uzun bir deniz yolculuğundan sonra Trabzon Limanı'na ayak basan erler Karadeniz'in hırçın sularında çalkalana çalkalana yorgun düşmüşlerdi. Sahile ayak bastıklarına şükrediyorlardı. Pek çoğu, "gemiyle bir gün yolculuk yapmaktansa, üç gün yayan yürümeyi tercih edeceklerini" birbirine söylüyorlardı.
Limana inen erleri karşılamaya sivil halktan çok az kimse gelmişti.
Onlar da ellerindeki bayraklarla erlere moral vermeye çalışıyor, bir yandan da, İstanbul'daki gösterilerden duymuş oldukları mısraları hançereleri yırtılırcasına haykırıyorlardı:
"Şehitsen, secdeler yüce ruhuna der, Yer Allahü Ekber, gök Allahü Ekber..."
Çantalarını sırtlarına vurup sıraya girmeye çalışan erler halka gülümsemek istiyor, çekingenliklerini belli etmemeye çalışıyorlardı. Nereye ve nasıl gideceklerini bilmiyor, açıkçası merak da etmiyorlardı. Komutanları her şeyi düşünmüş, askerin giyeceğini, yiyeceğini, silahını, cephanesini en ince ayrıntısına kadar hesaplamış ve sağlamış olmalıydılar. Bu yüzden neferler kendilerini yakından ilgilendiren ancak yetkileri dışında olan bu konulara kafalarını takmıyor, sadece ve sadece ilk kez geldikleri Trabzon şehrine, şaşkın ve boş gözlerle bakıyorlardı.
İstanbul'da, vapura binerken, kendilerini Trabzon'a uğurlayan soğuk, burada da onlara bir karşılama töreni düzenlemek istercesine ayaza çekmiş, Karadeniz'in üzerinde bukle bukle birikmiş bulutlar kar yüklenmiş, nereye yağacağını bilmez bir halde denizin üzerinde kararsızca öylesine duruyordu. Kar ve ıssız yollar, asker bekliyordu...
Bundan sonra, erat vapurda "keşke yürüseydik" dedikleri yollara düşeceklerdi. Gece demeden, gündüz demeden yürüyecekler, ilk önce Gümüşhane'ye, oradan Bayburt'a, Erzincan'a ve Erzurum'a gideceklerdi.
Trabzon çıkışında çok sayıda mekkareleri çekecek olan atlar, mandalar ve öküzler, yol boyunca dizilmiş, uzun bir kuyruk oluşturmuştu. Mekkarelere cephaneler, yiyecekler yüklenmiş, atlar top arabalarına koşulmuştu. Büyük sahra toplarının üzeri sıkıca örtülmüş, bazı toplar parçalara ayrılarak arabalara yüklenmişti.
Subaylar telaş içinde, bir sağa bir sola koşturuyor, emir veriyorlardı:
- Atların yemlerini kontrol edin!
- Mekkarelerin tekerleklerini yağlayın!
- Cephaneleri iyice örtün!
- Sırayı bozmayın!
- Bekleyin!
- Yiyecek sandıklarının kapağını iyice kapatın!
Mekkarelerin, top arabalarının başındaki neferler verilen emirleri yerine getirmeye çalışıyorlardı. Bu kaçıncı kontroldü, sayısını hatırlamıyorlardı bile. Onlar da vapurdan inen diğer erler gibi bir an önce yürümek için can atıyorlardı. Zira beklerken üşüyorlardı. Hiç olmazsa yürüyüşe geçildiğinde hareket edip ısınabilirlerdi.
Bir süre sonra erler yaya, subaylar at sırtında, mekkare ve top arabaları ise onların arkasında olduğu halde nihayet yola koyulabilmişlerdi.
Az sayıdaki askerin kaputu vardı, kimisinin potini yırtılmış, kimisinin ökçeleri yenmiş, topukları düşmüş, çarıkları delinmiş, kaim yün çorapları pantolon üzerine çekilmiş erlerin ayakları, belli bir düzen içinde kalkıp inmeye başlamıştı. Her adım atıldıkça, kendilerini nasıl bir yazgının beklediğini bilmeyen erler, ilk önceleri üşümemek için hızla yola koyulmuş ancak daha sonra ağırlıkları yüzünden yavaşlamış, yürüyüş kolunun derinliği artmış ve yorgunluk baş göstermişti. Tecrübeli erler bundan sonra olacakları gayet iyi biliyorlardı; biraz daha yürüdüklerinde takatsizlik, eratın vücuduna ve beynine sinecek yine de adım atmaya devam edeceklerdi. Bir süre sonra ayaklar adeta sürüklenmeye başlanacak, giderek artan yorgunluğa karşı konamaz hale gelinecekti. Uyum içinde yapılan yürüyüşler tavsayacak, ne düzen kalacaktı ne de disiplin... Bilinçsizce hareket eden erler sanki uzun ve derin bir uykudan uyanmış gibi yine yürümeye devam edeceklerdi, at sırtındaki subayların "Mola!" diyecekleri vakte kadar.
Askerin sırtındaki ağırlık yol yürüdükçe artıyor, erler omuzlarına çöken ağırlığı dengelemek için ileri doğru eğiliyor, sadece önlerine bakıp yürümeye devam ediyorlardı. Alınlarında biriken terler, şakaklarından ve kaşlarından damlıyordu. Zaman zaman esen soğuk rüzgar terlerini kurutuyor, ıssız dağ başlarında sıcak bir vücudu arar gibi askerlerin göğüslerinden, enselerinden içeri giriyordu. Bu durumda hafiften ürpermeler başlıyor, daha sonra giderek artan hapşırmalar duyuluyordu. Arada yanan, gıcıklanan bir boğazdan sert ve uzun öksürüklere; mekkareleri çeken öküzlerin, mandaların ve top arabalarına koşulmuş atların sesleri karışıyordu...
Yol kenarındaki ağaçları derin bir uykudan uyandırmak istercesine sallayan rüzgar şiddetini arttıracağa benziyordu. Yürümeye gayret eden erler ise artan yorgunluk sebebiyle kendini iyice bırakıyor, konuşmuyor, düşünmüyor ve yakınmıyorlardı. Boğazları yanıyor, tükürükleri kuruyor ve sık sık yutkunuyorlardı. Hissettikleri tek şey vücutlarının her yanını işgal eden ağrılardı.
Yürüdükçe ağrıları, titremeleri artıyordu. Uzun süre yürümeye, zamanla alışacaklarını ümit ediyor, işte bu yüzden ellerinden gelen gayreti göstermeye çalışıyorlardı...
İnsan her şeye alışırdı. Yürümeye, soğuğa, yorgunluğa, savaşmaya ve öldürmeye...
İnsanın en alışkın olduğu şeylerden biri de yaşamaktı. Kendi hayatını derin Derin soluyarak yaşamak, her insanın en kutsal saydığı şeylerden birisiydi. Belki de yaşamayı iyice kanıksayan erler, bu kutsal alışkanlıklarından vazgeçmek için bilinmez bir diyara, sanki bir beyaz ülkeye doğru yürüyorlardı.
Onlar, ilk defa yürümeye ne zaman başladıklarını bilmeden, hatırlamadan, ıssız yollarda yürürken, geride bıraktıkları anne ve babaları ise onların yürümeye nasıl başladığını birbirlerine anlatıyor, yüreklerinde o zaman duydukları koyu sevinç, şimdi evlatlarını askere yollamalarıyla beyaz bir hüzne dönüşüyordu. Zira onlar, cepheye gitmenin, cephe yollarına düşmenin nasıl bir şey olduğunu uzun yıllar edindikleri acı tecrübelerle gayet iyi biliyorlardı. Gittikçe mayalanan ve artan endişelerini bastırmak için sık sık dua ediyorlardı. Cephe yollarına düşenler ile geride kalıp asker yolu gözleyenler duanın gücüne tutunmaya çalışıyor, kurumuş, çatlamış dudaklar, acıdan ve kederden şerha şerha yarılmış gönüller hep dua ediyordu...
*
Faik Çavuş, top çeken atların yanında yürüyor, bir yandan da düşünüyordu. Balkan Harbi'nde İstanbul'a dönebilen ve hastalıktan dolayı Ayasofya Camii'ne yatırılan birçok arkadaşı hummadan ölmüştü. Sapasağlam görünen birçok er beş, on dakika sonra yere düşüp can vermişti. Cephede nice erin ölümünü gören çavuş, ölümün bu kadar kolayına, bu kadar basitine ilk defa şahit olmuştu. "Ölmek zor" demişlerdi ona, "Halbuki ölümün ne kadar kolayı varmış" diyerek hayret etmişti.
Cephedeyken, aylarca, yıllarca yanında yürüyen, yiyen, içen arkadaşlarının hiç hareket etmeden, can verip olduğu yerde kalmaları çok ama çok garibine gitmişti. Artık cansız bir eşyadan farkı kalmayan insan bedenleri çamurun, yağmur sularının içinde öylesine kalakalmıştı. Bir er yere nasıl düştüyse öyle duruyordu.
İlk önce ne kadar da korkarak bakmıştı ölen arkadaşlarının yüzüne. Ama sonra alışmıştı. Açık kalan gözlerinin hala gördüğünü sanmış, elleri yukarı doğru açık kalanların sanki Mevla'ya dua ettiklerini düşünmüş, ağızlarından "Beni burada bırakma" diyeceklerini sanmıştı. Ancak düşündüklerinin hiçbiri olmamış, ölenler bir taş gibi olduğu yerde hiç kıpırdamadan kalmıştı. Faik Çavuş daha önceleri yanında koşan, gülen bu insanların şimdi toprağa düşüşlerini bir türlü kabullenememiş, hayat ile ölüm arasındaki çizginin ne kadar ince olduğuna hayret etmekten kendini alamamıştı. Yine de soğukkanlı olmaya çalışmış, mantığı "Onlar öldü artık" demişti. O da ruh ve hayal gücünü bu sesleniş nedeniyle dağıtmak istemiş, şaşkınlıkla çamurlu yollarda bata çıka yürümüştü.
Sadece Ayasofya değil, Sultanahmet, Şehzadebaşı Camii'leri de birer hastaneye dönmüştü. Camilere sığınan yalnızca erler değildi. Bulgar askerinin önünden kaçan Rumeli muhacirleri de camilere yerleştirilmişti. Başta Eyüp olmak üzere pek çok caminin içi parsellenerek ailelere verilmişti. Aileler arasında bu paylaşımdan dolayı kavgalar bile çıkmış, çoğu mihrabın olduğu yerin kendisine verilmesini istemişti. İstanbul, Balkan çamuruna bulanmış, yenilginin beraberinde getirdiği kara leke gün geçtikçe büyümüş, depremlerle, yangınlarla hırpalanan bu yorgun ve bezgin koca şehrin her yanını kaplamıştı. Artık minberlerde hocaların vaazları değil, hummadan inleyenlerin sesleri, şadırvanlarda su yerine hastaların akan kanlı gözyaşları vardı, İstanbul'un yedi tepesinde tifüsün uğultusu pervasızca gezinmiş, mahyalı minarelerde salalar birbiri ardına verilir olmuştu.
Kara trenler, durmadan yaralı ve hasta taşımış, hem kara haberleri hem de yorgun ve gayretli erleri Sirkeci'ye getirmişti. Faik Çavuş da bir trenin son vagonunda salkım saçak gelebilmişti. Bulgar zulmünden kaçıp İstanbul'a gelmek isteyen, trenlerin vagonlarına hücum eden muhacirler ise asker tarafında itilmiş, tekmelenmiş, vagonlara alınmamış, onca yolu ne yazık ki aç bilaç yayan yürümek zorunda bırakılmışlardı.
Faik Çavuş, tutması için kendisine uzatılan ve boşta kalan elleri, acıyla, çaresiz gözlerle yüreği parçalanırcasına izlemiş, elinden ne yazık ki hiçbir şey gelmemişti. Koca devletin yüzyıllardır tırnaklarıyla adeta kazıyarak Balkanlara gidişi, ne kadar da hızlı bir kaçışa dönüşmüştü. Bazı insanlar düşmandan, bazıları kendi insanlarından ve insanlıklarından kaçmışlardı. İşte bu kaçışlarda Faik Çavuş kendi içinde çeşitli dayanaklar, teselliler aramış ama ne dayanak ne de teselli bulabilmişti. Kara trenin parmak oynatamayacak kadar kalabalık olan son vagonunda yalnız kalakalmıştı.
Öyle yalnızlık duymuştu ki, bu kaçışa, bu geri dönüşe, bir tek kendinin ağladığını, hicranının paslı bir bıçak gibi sadece ve sadece kendi ruhunu çizdiğini sanmıştı.
Trende, İstanbul'da nereye gideceğini düşünürken, kendini Sultanahmet Camii'ndeki karantina ve güvenlik cenderesi içinde buluvermişti. Duaların yankılandığı kubbelerin altında günlerce ölümü solumuş, ölümü beklemiş, nice ölümlere şahit olmuştu. Yaralanmadığına, cephede kör bir kurşunla ölmediğine sevinmiş, burada cami içinde kubbelerin altında kolayca öleceğini düşünerek garip bir teselli bile bulmuştu. Camilerin kubbeleri altında ölenlerin yanında, at arabalarının sokak sokak gezerek sağda solda askerlerin cesetlerini topladığını, ölenlerin aceleyle gömüldüğünü çok sonraları duymuştu. Bir zamanlar, imparatorluk coğrafyasına çil çil kubbeler saçanların torunları, şimdi tazecik canlan bir tohum gibi toprağa saçmış ve saçmaya devam ederek geri çekilmişti.
Soğuğa karşı öne doğru eğilerek yürüyen Faik Çavuşun bu ağır düşüncelerden dolayı başı daha da eğilmişti sanki. Bir kez daha dayanak ve teselli arayacaksa, kalabalıklar içinde yine bir kurt gibi yalnız kalacaksa, paslı bir bıçak ruhunu yine çizecekse, işte tüm bunlara artık izin vermeyecekti. Arsız bir misafir gibi beynine yerleşmiş olan kaçmak düşüncesini ilk defa ciddi bir şekilde düşünmeye başlamıştı. Kaç defa bu yılışık düşünceyi beyninden kovmak istemiş ama kaçış fikri ısrarla beyninin en ince kıvrımlarına kalın bir tortu gibi çökmüştü. Ancak o, bu şekilde düşünmenin kendisine yakışmadığını biliyor, gizliden gizliye utanç duyuyordu. Duygularını bir başkası tahmin etmiş gibi ürkek gözlerle etrafına bakmıyor, uzayıp giden yürüyüş kolundaki erlerin kendisine bakmadığını, beyaz kelebekler gibi uçuşan kar tanelerinin umarsızca yağdığını görüp rahatlıyordu. Bazen içinde bir kırık ümit doğuyor, üşüyen bedenini birazcık olsun ısıtıyordu. İnsanoğlu böyleydi işte, iyi ile kötü, güzel ile çirkin, ümit ile karamsarlık aynı vücutta kolayca yer bulabiliyordu...
Deminden beri, bu ağır düşüncelerin eşliğinde yürümeye çalışan Faik Çavuş karamsarlığını mektepli bir subayın sık sık okuduğu şiirini mırıldanarak dağıtmaya çalıştı:
"Biz, bu zulmeder içinden çıkarız bir gün olur, Şarka, garba yıldırımlar çakarız, bir gün olur, Kara bulutlar içinden parlayıp, şimşek atar, Gök gürülder, dolu yağar, bakarız, bir gün olur..."
Sanki rahatlamış gibiydi. Daha sonra aklına, şiiri okuyan mektepli subay gelmişti. Bu genç subay hangi durumda olursa olsun yılgınlık göstermemiş, karamsarlığa asla düşmemişti. Diline doladığı şiiri her dem okur, bu dört dizeden büyük bir kuvvet alır ve moral bulurdu. Erler ise subaylarına gıpta eder, ona büyük bir saygı beslerlerdi. Ancak her şartlar altında ümitli olan subay, Çatalca'ya doğru çekilirken, bir çalı dibinde hummadan oluvermişti. Birliklerdeki erler, çok normalmiş gibi ürkek bakışlarını bu subayın cesedi üzerinde çekinerek gezdirmişler, ölenin bir insan evladı değil de çürüyen bir ağaç dalının, sararan yaprağın, yağmur tanesinin yere düşüşündeki alışılmışlığı ve basitliği duyumsamalardı. Ölmeden önce dünyanın en şerefli, en akıllı ve en değerli canlısı olan insan ölünce, kuru bir dal, sararan bir yaprak, yere düşen bir yağmur damlası gibi oluveriyordu.
Faik Çavuş, bu düşünceler içindeyken üşüyen alnını terler basınca, kolunun yeniyle alnındaki terleri sildi.
Başını yerden kaldırıp, top arabasını çekmekte olan yağız atı gayrete getirmek istedi:
- Haydi kara gözlüm, haydi!
Erat, Trabzon'dan çıktıktan sonra orman içinde yürüyor, Karadeniz Dağları'nı aşarken o nefis çam havasını soluyor, biraz olsun dinginlikleri artıyordu. Erler birbirlerine duydukları haberleri fısıldıyorlardı:
- Erzincan'a dek yürüyecekmişiz.
- Orada eğitim ve dağıtım merkezi varmış.
- Bizlere çeki düzen verilecekmiş.
- Çeki düzeni bıraksınlar da, bize önce giyecek kaput ve ayağımıza potin versinler.
- Oradan da Erzurum'a gidecekmişiz.
- Ruslar, Erzurum civarında bizi bekliyorlarmış.
- Beklesinler, geliyoruz işte.
Erzincan'a oradan da Erzurum'a kadar yürüyeceklerini düşünen erler, bu yolculuğun ne kadar uzun olduğunu tahmin etmeye çalışıyor ancak işin içinden bir türlü çıkamıyor, bunun üzerine "Daha çok taban eskiteceğiz." diyorlardı.
Dağların yamaçlarına ilerlemeye çalışan yürüyüş kolu, bir an yeşillikler içinde kayboluyor, az sonra tekrar ortaya çıkıyordu. İnişli çıkışlı devam eden yürüyüş nedeniyle erler çok yoruluyor, bazıları komutanlarının uyarılarına aldırmadan çam ağaçlarının altında biraz dinlemek istiyordu. Çökmeye başlayan alacakaranlık dinlenmeye kalkan erleri tedirgin ediyor, uzaklaşmakta olan yürüyüş koluna onca ağırlıklarıyla koşarak, soluk soluğa yetişmek zorunda kalıyorlardı...
Karadeniz Dağları'nın Gümüşhane'ye bakan kuytu kesiminde, karanlığın iyice bastırmasıyla mola verildi. Mola sırasında büyük ateşler yakılarak askerin ısınması sağlandı. Ateşlerin etrafına kümelenen erler kendi aralarında bir süre sohbet ettikten sonra yine ateşin etrafına sıralanarak uyumaya çalıştılar.
Sabah olduğunda ise kulaklarına hiç de yabancı gelmeyen bir kelime ile uyanıp hemen mahmurluklarını üzerlerinden attılar:
- Ölmüş!
- Vah zavallı!
- Donmuş mu?
- Bilinmiyor ki.
- Ateşin başındaymış.
- Donma değil o zaman.
- Ateşin başından uzaklaşmış. Çok acıktığını söylemiş...
Faik Çavuş bu söylentiler üzerine kalktı. Adeta ürpererek "Balkanlarda uzun zamandır peşimizi bırakmayan ölümün soğuk eli daha yolun başında, gene mi yakamıza yapıştı?" diye düşünerek erlerin toplandığı yere doğru ilerlemeye başladı. Ölen neferin başında bekleşenleri aralayıp cesedi yakından inceledi. Hiçbir donma belirtisi yoktu. Hava soğuktu ama böyle donup ölünecek kadar soğuk yoktu. Hemen erin elbiselerini sıyırıp karnına ve göğsüne baktı.
Aradığı kırmızı lekeleri görmeyince derin bir "Oh!" çekti:
- Çok şükür hummadan ölmemiş.
Bu söz diğer erler tarafından da çevrelerine tekrar edildi:
- Hummadan ölmemiş.
- Ya neden ölmüş?
Faik Çavuş:
- Donarak da ölmemiş, dedi.
Erler yine bu kısa cümleyi birbirlerine aktardılar:
- Donarak da ölmemiş.
- Ya neden ölmüş?
Erin neden can verdiğini Faik Çavuş da merak ediyordu. Yoksa eceliyle mi ölmüştü? Artık soruların ardı arkası kesilmiyordu. Erlerin hepsi tedirgindi. Onlar arkadaşlarının neden öldüğünü bilseler, belki kendilerini o şeye karşı korumak ve kollamak için ellerinden geleni yapabileceklerdi. Meraklarının asıl nedeni işte buydu ama zavallı er, ya eceliyle ölmüşse ne yapabilirlerdi ki? Hiçbir şey...
O sırada bir subay gelip emir verdi:
- Onu acele gömün!
Erler bu emir üzerine, ilerideki ulu çam ağacının altına bir mezar açıp eri gömdüler.
Hepsi çok üzgündü...
Faik Çavuş mangasına giderken düşünceliydi. Bu zavallı nefer neden ölmüştü? Ya da neden öldürülmüştü? Sonra aklına yiyecek aramak için uzaklaştığı gelince, bir tahmin yürüttü ama bu tahmini kendine dahi dillendirmekten korktu. "Öyleyse işimiz zor." dedi.
Sonra isteksizce mangasına emir verdi:
- Haydi toparlanın! Sallanmayın! Yürüyüşe devam edin.
Başka hiçbir şey demedi. Ağır ve sessiz bir şekilde hazırlanmaya başlayan erlere baktı kaldı. Canı sıkılmıştı. Zaman zaman bir fırtına gibi başında kopan, dönenen kaçma fikri bu olayla yine tetiklenmişti. Ancak o, bu fikre pek itibar etmedi. Çantasını sırtına vurdu.
Yine erlere isteksizce:
- Uygun adım marş, dedi.
Bu emir diğer mangalara, takımlara ve bölüklere de verildi. Yürüyüş tekrar başladı.
Çamurlu, su gölcükleriyle yamanan yolda erler bin bir düşünce ve soruyla birlikte ağır ağır ilerlemeye devam ettiler.
Günlerce süren uzun ve yorucu yürüyüş esnasında, Gümüşhane'ye, Kelkit'e varıp sık sık mola vererek yolculuğa devam edildi. Artık, Karasu Çayı kenarında kurulu olan Erzincan, havanın berrak ve açık olduğu saatlerde rahatlıkla görülebiliyordu. Asker orada dinleneceğini düşünerek sızlanmıyor, şikayet etmiyor, bir an önce Erzincan'a varmak için gayret ediyordu.
Ormanlık alanlardan uzaklaştıkça, soğuk iyiden iyiye artıyordu. Ara sıra yağan kar, yerleri beyaz bir örtüye beziyor ancak daha sonra cılız güneşte kolayca eriyordu. Bu yüzden çamurlara bulanan yollar yürümeyi zorlaştırıyordu. Hele Kelkit civarındaki yapışkan vıcık vıcık çamur yok muydu erlerin potinini ve çarığını, subayların ise çizmelerini ayaklarından çekip alıyordu. Çamurlu yollarda yürümekte zorlanan erlerin başında çarıklı olanları geliyordu. Erler sık sık kayıp düşüyorlar, bu düşmeyle birlikte sıralar bozuluyor, erlerin elbiseleri çamurlanıyor, bu yüzden üşümeleri daha da artıyordu.
Faik Çavuşun takımındaki erler bazen birbirlerine sormadan edemiyorlardı:
- Çavuşum bize potin ne zaman verecekler?
- Kaputumuz yok!
- Yün çorabımız da.
- Başlığımız, eldivenlerimiz de yok çavuşum...
Bu sorulara ilk önce cevap vermeyen Faik Çavuş, erlerin sorulan bitince:
- Hepsi Erzincan'da verilecek, diyordu.
Bu cevap üzerine erlerde bir sakinleşme görülüyor, daha şevkle yürümeye çalışıyorlardı. Erzincan demek, onlar için sıcak yiyecekler, kalın giyecekler demekti. Dinlenmek, belki de sıcak yataklar, temiz çarşaflar demekti. Hatta sıcak suyla yüz yıkamaktı. Erzincan, haftalarca yürüyen asker için kısacası ümit demekti. Orada ihtiyacı oldukları her şeyin eksiksiz karşılanacağını düşünüyorlardı. Ara sıra ölen arkadaşları akıllarına geliyor, onun neden öldüğünü kendilerine soruyorlar ancak bir cevap bulamıyorlardı. Erin eceliyle öldüğüne kanaat getirmişlerken, yürüyüş kolunun başında ve ortasında iki erin aniden yere düştüğü görüldü, ilk önce bunların yorgunluktan bayıldığı sanıldı.
Ancak kendilerine yardım etmek isteyen erler arkadaşlarının nefes almadığını, nabızlarının atmadığını görünce, hem heyecan hem de korkuyla bağırdılar:
- Ölmüşler!
Faik Çavuş bu feryat üzerine tepeden tırnağa ürperdi. "Yoksa onlar da mı?"diye sordu kendine. Hemen ölen erleri incelemek için koştu. Başlarına toplanan erlere "Çekilin! Açılın!" dedi. Ölenlerin ilk önce ellerine ve ayaklarına baktı. Donma yoktu. Sonra ellerini, bacaklarını, karınlarını ve göğüslerini inceledi. Hummanın belirtisi olan kırmızı lekeler de yoktu ama "Bu erler neden böyle aniden oluveriyor?" sorusunu kendisine çekinerek sordu.
Faik Çavuşun aklına doktor geldi ama bu yürüyüş kolunda doktor yoktu ki.
Az sonra yanına yaklaşan bir subay merakla sordu:
- Neden ölmüşler?
- Bilmiyorum komutanım. Doktor olsaydı bilirdi belki. Yalnız hummadan ve donmadan dolayı ölmemişler.
- Ya neden ölmüşler o zaman?
- Ecelleriyle diyeceğim ama böyle kısa aralıklarla ve aniden benzer şekilde ölmek de pek ecel işi değil.
- Ne yapacağız peki?
- Bundan sonra ölen olmayacağını bilsek işimiz kolaydı. Bir kenara gömdürürdük. Yalnız bu olay devam ederse, sebebini bulmak gerekir...
- Evet.
- Erzincan'da doktor vardır. Birini bari oraya götürelim.
- Mekkarelerin birine yüklesinler. Doktora götürüp gösterelim.
- Ya bulaşıcı hastalıktan öldüyseler, hastalığı oraya taşırsak bizi Divan-ı Harb'e verirler.
- Aslında haklısın. Ama yapacak başka bir şey yok. İki tane ere de eceliyle öldü, deyip işin içinden sıyrılamam ki. Ne olursa olsun bu can veren erlerin tetkik edilip ölüm sebeplerinin öğrenilmesi gerek.
- Baş üstüne komutanım.
Faik Çavuş iki ere seslendi:
- Bunu alın, bir battaniye ile örtüp mekkarelerin birine yükleyin.
Bir er:
- Battaniye yok efendim, dedi.
- Doğru ya...
- Ya diğerini ne yapacağız?
- Diğerini de gömeceksiniz.
Faik Çavuş gene derin düşüncelere dalmıştı. Neler oluyordu? Bu erler tahmin ettiği şekilde öldüyse, Erzincan'a dek böyle ölümler devam edecek demekti. Tahmin ettiği şeyi takım komutanına söylese miydi? Fakat tahmininden emin değildi ki...
Yürüyüş kolu arkadaki mekkarelerin birinde taşıdıkları cesetten dolayı sanki daha yavaş bir şekilde ilerliyordu. Pek çok erin aklı, arkadaşlarının neden öldüğü konusuna takılıp kalmıştı. İşte bu yüzden bir an önce Erzincan'a varmayı, orada her şeyi öğrenmeyi istiyorlardı. Nasılsa doktorlar erlerin neden öldüğünü kolayca bulurlardı. Onlar da, belirlenen ve bulunan şeye karşı tedbir alırlar, kendilerini korumaya çalışabilirlerdi.
Erlerin morali iyice bozulmuştu. Soğuk ve yorgunluk bir yandan, sebebi bilinemeyen ölümler bir yandan erlerin üzüntüsünü katmerleştirmişti. Bu yüzden Erzincan'a ulaşıp orada moral kazanmak ve sıkıntılarını gidermek istiyorlardı. Yürüyüş biraz olsun hızlanmıştı.
Artık Erzincan'ın tüten bacalarından yükselen dumanlar görülebiliyordu. İki dağ arasında sıkışıp kalmış, daracık bir ovanın hemen bitiminde kurulu şehir, kendine doğru yürüyen yolcuları büyük bir sabırla bekliyordu sanki.
Erzincan'a yaklaştıklarında burada birçok askerin toplanmakta olduğunu, erlerin yeniden takımlara, bölüklere ayrıldığını gördüler. Yol boyunca ümit ettikleri, hayalini kurdukları sıcak yemeğin, yatağın ve kalın giyeceklerin kendilerine verilemeyeceğini anladılar. Buradaki erlerin üzerinde kaput yoktu, çoğunun ayağı çarıklıydı. Bazıları hala mahalli kıyafetler ile dolaşıyorlardı. Urfa taraflarından gelenler ise yazlık uzun beyaz mintanlarıyla bekleşip duruyorlardı.
işte tüm bunları gören erler bir yığın hayal kırıklığı yaşadılar. Ancak birkaç gün sonra başlığı olmayanlara başlık, sabahları içine un karıştırılmış, bol sulu sıcak bir çorba verilebildi. Bu bile erlerin içindeki ümitlerin yeşermesine yetmişti. Çok kısa bir zaman içerisinde kendilerine giyecek de verileceğini düşünmeye başlamışlardı.
Geniş araziye dağılan erat bir renk cümbüşünü andırıyordu. Resmi kıyafetlilerin yanında, kırmızı, mavi, yeşil, sarı, siyah ve beyaz giysili erler değişik bir manzara oluşturuyordu. Toplanma yerinde düzen diye bir şey yoktu. Kimi talime gidiyor, kimi talimden geliyor kimi de dinleniyordu.
Neden sonra erler arasında bir "başıbozuklar" kelimesi türeyip herkesin diline pelesenk oldu. Başıbozuk kelimesini ilk duyan, bunların askerden kaçmış ya da hapishaneden çıkmış, emir altına alınamayan erler için söylendiğini sanıyordu ama öyle olmadığını, çok geçmeden anlamışlar, başıbozuk kelimesinin anlamını öğrenmişler, sonradan çok gülmüşlerdi. Başıbozuk kelimesi asker kıyafeti olmayan, mahalli kıyafetle eğitim yapan, kırk yamalı bohça gibi rengarenk giysiler içindeki erler için söyleniyordu.
Aslında hapishaneden çıkan erler nadir de olsa bazı takım ve mangalarda bulunuyordu. Bunlar hapse yeni düşmüş, devlet tarafından kendilerine "Savaşa giderseniz af edilirsiniz" denmişti, işte mahpustan şartlı çıkan biri de Erzincan'da yeniden düzenlenen Faik Çavuşun mangasına düşmüştü. Adı Ziver'di. Uzun boylu, gücü kuvveti yerinde biriydi. Devletin yaptığı çağrıya katılmıştı. Ziver manga içinde kendisine gem vurulamayan hırçın bir kısrak gibiydi. Eli iyi silah tutuyordu. Kısa bir talimden sonra da keskin bir nişancı olup çıkmıştı. Üstelik diğer erler gibi mertti de...
Faik Çavuş, Ziver'i sevmişti. Hapishaneye neden düştüğünü sorduğunda, Ziver, kör bir inatla hep susmuştu. Onun konuşmak istemediğini anladığından bir daha bu konuyu açmamaya karar vermişti.
Faik Çavuş mekkarenin birinde Erzincan'a getirdikleri erin neden öldüğünün doktorlar tarafından öğrenip öğrenilmediğini düşünüyordu. Bu konuyu takım komutanına sormak için gittiğinde "Henüz bir şey yok." cevabını aldı.
Sonra adeta korkarak:
- Yoksa onlar da mı bir şey anlamadılar, dedi.
- Öyle bir şey demedim çavuş...
Bu cevap üzerine Faik Çavuşun aklı daha da karıştı. Peki, o erleri öldüren, onların ölümüne sebep olan şey neydi? Kendi tahminini ilk önce pek önemsemiş ama daha sonra doktorların bir şey diyemediklerini düşününce, tahminin üzerinde durmaktan vazgeçmişti... "Ah" dedi. "Ah... Balkan Harbi'ne katılmasaydım, sebepsiz ölümler üzerinde diğer erler gibi durmaz, kendimi böyle yiyip bitirmezdim."
Faik Çavuş bir yanının kayıp gideceğini sandı. Dipsiz, kör uçurumlara düşeceğini, bir büyük boşluğun gönlünü kapladığını, hiçbir şey düşünemez hale geleceğini hissetti. Güneş gören karlar misali erimekte olan bir imparatorluk, bir çığ gibi, yamaçtan aşağıya yuvarlanan kartopu gibi, harpten harbe sürükleniyordu. İnsanlar ölüyor, muhacir hale gelip yollara dökülüyor, ateşten, kaçıyorlardı ama ateşe koşanlar da vardı. Asker, pervaneler gibi ateşe doğru gidiyordu.
Faik Çavuş soğuk soğuk terliyordu. Görünmeyen bir el boğazını sıkıyor, nefes almasını engelliyordu sanki. Gözleri büyüyordu.
Çevresindeki her şeyin; erlerin, çadırların, ağaçların döndüğünü hissediyor, yere düşecekmiş gibi oluyordu. Bunun için iki ellerini açmış, ip üstünde dengede kalmak isteyen bir cambaz gibi ayakta durmaya çalışıyordu. Kendini hala o soğuk camilerin kubbesi altında sanıyor, isli duman çıkaran büyük avizelerde binlerce, belki de on binlerce mum yanıyor, ayetlerin yazılı olduğu duvarlar Faik Çavuşun beyninde dönüp duruyordu. Ara sıra hıçkırıklar, bağırışlar, inleyişler, duyuyordu.
Hafızasına kazınan bu sahneleri silip atamıyordu. Bir sıtma krizi gibi, o acı günlerden kalan tortuyu tekrar tekrar yaşıyordu. Neden sonra kriz hafiflemeye başlıyor, terlemesi duruyor, Faik Çavuş rahat nefes alıyordu.
Çevresindeki erler kendisine şaşkınlık içinde bakıyor, ne olup bittiğini öğrenmek için art arda sorular soruyorlardı:
- Çavuşum ne oldu?
- Hasta mısın?
- iyi misin?
- Doktor!
- Doktor nerede!
- Su verelim.
- Baksana üşüyor, örtelim.
- Dağılın başından, açılın!
- Rahat nefes alsın.
- Biraz su içseydi.
- Şuraya yatıralım.
- Olmaz daha da üşür, çadıra yatıralım.
Başındaki erlere boş gözlerle bakan Faik Çavuş:
- Merak etmeyin iyiyim. Çok sürmez geçer. Bilinmez bir krizdir bu. Yaranın, acının, hastalığın, ölümün pençesinden kurtulmanın, kurtulurken yüreğimde kalan tortunun eseridir bu kriz. İyiyim, iyiyim. Meraklanmayın, diyordu.
Kendisine uzatılan bardaktaki suyu titreyen eliyle alıp içti. İçi serinlemişti sanki. Bağrının yandığını, hararetinin çıktığını, suya doyamayacağını sanıyordu.
Bir solukta içtiği sudan tekrar istedi:
- Su... Bana su verin... Yanıyorum ben... Su...
Bu soğuk havada, ayazda, içi yanan çavuşlarına bakan erler, onun ciddi bir hastalığa tutulduğunu sanıyor, kendisine acımadan edemiyorlardı.
Uzun boyuyla erlerin arasında hemen fark edilen Ziver, Faik Çavuşu sırtlayıp en yakın bir çadıra yatırmış, çadırdakiler bu davranıştan pek hoşlanmamışlar mırın kırın etmeye başlayınca onlara:
- Uzun etmeyin! Çavuşum burada yatacak, demişti.
Onun kararlı olduğunu gören çadırdaki neferler daha fazla itiraz etmeyip durumu kabullenmek zorunda kalmışlardı. Faik Çavuş gözlerini acı gerçeklere kapamak ister gibi yumdu. Şimdi her yerde kopkoyu bir karanlık vardı. Bu rengi sevdi. Gözlerini daha sıkı kapattı ve karanlık daha da koyulaştı...
Uzayıp giden çamurlu yollar çadırların arasında kayboluyordu. Yollar, bitmez derlerdi ama bütün yollar çadırların olduğu yerde son buluyordu sanki. Mekkareler, yük kervanları bir bir gelip gidiyor, erler ve subaylar devamlı sağa sola koşuşturuyor, hazırlıklar elden geldiğince hızlı yapılmaya çalışılıyordu. Ancak her şey yolunda gitmiyordu... Asker elbisesi ile yerel kıyafet giyenler karışmış olduğundan manzara bir çiçek bahçesini andırıyordu.
Bulutlar, gelecek günler için kar topluyordu. Tecrübeli erler işte bu yüzden içlerinde koyu bir endişe duyuyorlardı. Kar, perişan olmak demekti. Hele Erzincan'dan daha da ileri gidecekleri akıllarına gelince, yağması muhtemel karın ellerini kollarını bağlayacağını iyi biliyorlardı. Asker Ruslardan çok havanın bozup kara çevirmesinden çekiniyordu. Başları yüce karlı dağlar, uzayıp giden yollar, sarp geçitler onlar için büyük bir engel olacaktı. Asker, işte bu engellerin eninde sonunda karşısına çıkacağını biliyordu. O gün geldiğinde neler yapacaklarını şimdiden düşünmek istemiyor, "Hele o gün bir gelsin bakalım" diyorlardı...
Rusların sının geçip hızla ilerlemeye devam ettiği yönündeki haberler Erzincan'daki toplanma yerine tez ulaşmıştı. Bu haber, gönüllerindeki kırık ümide tutunmaya çalışan askerler üzerinde bir deprem dalgası yaratmış, bu dalga giderek büyümüş, sonunda yıkıcı etkisini göstermişti. Şimdi hazırlıklar daha da hızlanmış, buraya daha önce gelip de talim gören askerin Erzurum'a doğru derhal yola çıkarılması gerekmişti.
Faik Çavuş sabahleyin uyandığında dalgındı. Tüm gücüyle olanları hatırlamaya çalışıyordu. Hafızasını zorladıkça ilk aklına gelen şey; Sultanahmet Camii'ne yatırılışı ve orada çektikleri oldu. Uzun yollardan gelmişlerdi, yine uzun yollara düşeceklerdi. İmparatorluğun bir köşesinden diğer köşesine savaş rüzgarları önünde saman çöpü gibi savrulmuş, oradan oraya atılmışlardı. Cepheden cepheye bu savruluş acımasız oluyordu. Bin bir zorluk ve yokluk içinde can vermek, toprağa düşmek için bunca çileye katlanmak aslında çok büyük bir tezat oluşturuyordu.
Ölürse belki kahraman olurdu, kalırsa da gazi... Ama onun öldüğünü kim bilirdi ki? Bir deftere kaydı tutulurdu hepsi bu kadardı. Böyle çok defter görmüştü, birçok neferin adı, baba adı ve memleketi yazılıydı. Hepsi düştüğü topraklarda unutulup gitmişti işte...
Az ileride dörtlü sıra olmuş erlere bakıp daldı. Çoğu yazlık kıyafetleri içinde titreyip duruyordu. Ayakları çarıklıydı. Başlarında hala fesleri vardı. Bazılarının çorabı bile yoktu. Bu şekilde daha ileri nasıl gidebilecekler, düşmana nasıl karşı koyabileceklerdi? Acıklı manzarayı görmek istemezmiş gibi gözlerini kapayan Faik Çavuş kendi içinde koskoca bir boşluğa ve karanlığa düştüğünü sandı. Bu karanlık içinde Sultanahmet Camii'nin koca sütunları belirdi. Duvarlara yazılı ayetlerini bile okuyabiliyordu. Sonra iniltileri, çığlık atanları, "Su..." diye yakaranların seslerini duyuyordu. Ateşler içinde yandığını, soğuktan titrediğini, lekeli hummanın kollarında kıvranırken, caminin o huzur verici atmosferinin tek dayanağı olduğunu hatırlıyordu. Defalarca yaşadığı acı sahnelerden yorulan ve bu sahneleri adeta korkarak hayal eden Faik Çavuş gözlerini açtı. Yine yokluk, yine çaresizlik gördü... Kendisine büyük bir cesaretle sordu; "Yoksa ben yaşadıklarımı büyütüyor muyum? Bir ben miyim bunları yaşayan? Diğerleri de benim gibi mi düşünüyor, yaşadıklarını defalarca tekrar tekrar hayal etmiyorlar mı? Kim bilir? Nereden bilebilirim ki?"
İçindeki bu gelgitler yüzlerce kilometre yol yürüyecek Faik Çavuşu ve diğer erleri yoruyordu. Yormak ne kelime ömürlerinden nice yılları alıp götürüyordu. Bu yollardan başka, yorgun bir imparatorluğun nice yorgun yollarında, nice yorgun er ömürlerini tüketmek için ilerliyorlardı...
Kaynakça
Kitap: MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI
Yazar: TUNCAY ÖZKAN