Sakarya Savaşı'na Hazırlık
25 Temmuz 1921 - 13 Ağustos 1921
PORSUK IRMAĞI'nın kuzey kıyısındaki patikada kırk kadar askerden oluşan bir birlik, düzensiz bir şekilde yürümekteydi. Hepsi dökülüyordu. Birkaçı çıplak ayaktı. Bazıları ayaklarına çuval, çaput sarmıştı. Yaralılar yardımla yürüyorlardı.
Cephe yarılınca o kızılca kargaşalık içinde taburlarından ayrı düşmüş, ormanda kaybolmuş, dövüşmüş, alayı aramak için vakit kaybetmiş, ordunun gerisinde kalmışlardı. Belki daha güvenlidir diye Porsuk'un kuzeyine geçerek, orduya yetişmeye çalışıyorlardı.
Asker kaçaklarını arayan bir süvari müfrezesi birdenbire tepeden aşağı inerek çevrelerini sardı. Müfrezenin komutanı, yüzü yaralı bir yüzbaşıydı. Ömer Çavuş öne çıkıp selam verdi.
Yüzbaşı eli tabancasında, çavuşa ve birliğe göz attı.
Kaçağa ve bozguncuya benzemiyordu bunlar:
"Hangi birliktensiniz?"
"4. Tümen, 55. Alay, 3. Tabur, 1. Bölükteniz komutanım!" "Bölüğün geri kalanı nerde?" "Bölükten geri kalan budur."
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Biz de oraya gidiyoruz. Alayımızı orada arar buluruz."
Yüzbaşı sevindi. Bunlar silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi.
Sesi yumuşadı:
" Şu tepenin ardında, suyu bol bir küçük köy var. Orada dinlenin. Sonra durmadan doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın. Ama birliğini köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin. Anladin mı?"
Çavuş anlamıştı:
"Evet komutanım! Köye sanki belimiz kırılmamış gibi gireceğiz. Başüstüne!" Yüzbaşı hüzünle gülümseyerek atının başını çevirdi. Kaçak ve bozguncu avlamak için dört nala uzaklaştılar.
Müfreze uzaklaşana kadar selam duran çavuş, elini indirip birliğe döndü:
"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya gir! Çabuk, çabuk, çabuk! Hazır ol! Arş!"
Ayaklarını sürüyerek yürümeye başladılar.
"Bu ne biçim yürüyüş len? Başınızı kaldırın. Canlı yürüyün. Haydi hep beraber."
Kalan son gücüyle marşa başladı:
Annem beni yetiştirdi
Bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı...
Marşa önce Hamza Onbaşı'yla birkaç er mırıldanarak katılmıştı. Çavuş azarlayınca katılanlar arttı, giderek hepsi katıldı. Marş ilaç gibi geldi. Yürüyüş canlandı, düzene girdi, başlar dikildi, sesler yükseldi. Çınarlı Köyü'ne, sefil görünüşlerine hiç uymayan bir çalım içinde girdiler. Bütün kapılar kapalı, pencerelerin tahta kepenkleri örtülüydü. Görünürde kimse yoktu. Elinde domuz fişeği sürülmüş av tüfeği, köy odasının aralık kapısından gelenleri gözleyen Gazi Çavuş, hluhtar ile iki yaşlıca köylüye, "Korkmayın." dedi, "..bunlar çapulcu da değil, kaçak da."
"Emin misin?"
"Bunlar Ezrail'le güreş tutmuş babayiğitler."
Tüfeği bırakıp dışarı koştu:
"Hoş geldiniz kardeşler! Gazanız mübarek olsun. Hey millet! Su getirin! Sofra açın! Kemal'in askerleri bunlar!"
Kadınlar, kızlar, çocuklar, ellerinde testiler, bakraçlar, çanaklarla evlerden çıktılar. Sofralar açıldı. Karpuzlar kesildi. Asker iki gündür uyumamıştı. Karnı doyanlar ağaçların altına, duvar diplerine uzanıp uyudular.
Ömer Çavuş, Hamza Onbaşı, Gazi Çavuş, muhtar ve yaşlı erkekler biraraya gelip diz üstü çöktüler. Sigaralar sarıldı. Ömer Çavuş savaşı hikâye etti, "Düşman da iyi dövüştü.. " dedi, ".. o da yoruldu. Dinlenince yine yürüyüp peşimizden gelecektir. Çünkü bizi bitiremedi."
Muhtarın sakalı titredi:
"öyleyse bizi de ezip geçecektir."
"Elbette. Söylemesi benden. Köyleri önce soyuyor, sonra yakıyorlar."
Gazi Çavuş muhtarın gözünün içine baktı:
"Herkes oğullarını ırmak gibi cepheye akıtsaydı, bu duruma düşmezdik."
Muhtar kızdı, "O lafın sırası geçti." dedi, "..şimdi ne edeceğiz, onu söyle sen!"
"Ne edeceğiz, siz gelinleri, kızları, taze anaları, çocukları, gitmek isteyen erkekleri göç yoluna
vuracaksınız. Ben de delikanlıları götürüp usulünce askere yazdıracağım. Savaş bitince kavuşuruz."
Muhtarın başı önüne düştü. Bu toprak kaç yüzyıl yıldır işgal görmemişti. İşgal üstüne masal bile dinlememişlerdi. Ama neler olabileceğini kestirebiliyordu. Bir zamanlar Rus savaşına katılmış, savaşın çirkin yüzünü tanımıştı.
Başını zorlukla kaldırdı:
"Pekâlâ Gazi Çavuş, öyle edelim."
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ, hükümetin isteği üzerine gizli oturuma geçmişti. Tutanak kâtipleri ve dinleyiciler salonu boşalttılar. Kâtiplerin yerini hızlı yazan milletvekilleri aldı. Fevzi Paşa kürsüye geldi.
Tıraşı uzamış, uykusuz ve yorgundu. Bozguncuların ortaya çıkması olasılığının belirdiğini söyleyerek, Konya ve Kastamonu bölgelerinde iki İstiklal Mahkemesinin kurulup ordunun sağ ve sol kanatlarının güven altına alınmasına gerek gördüklerini belirttikten sonra asıl konuya girdi:
Diyap Ağa Mustafa Kemal Paşa ile birlikte "Düşmanı Ankara batısında, Sakarya mevzilerinde karşılamaya hazırlanıyoruz. Fakat biz Ankara'da kaldıkça, ordu, daima Ankara'yı korumak zorunluğunu duyacak ve serbestçe savaşamayacaktır. Bakanlar Kurulu, orduyu manevralarında serbest bırakmak için hükümet merkezimizin Kayseri'ye naklini uygun görmektedir."
Bir şaşkınlık sessizliğinden sonra Meclis patladı:
"Hayırr! Aslaaa! Olmaz öyle şey!!!"
Çoğu ayağa kalkmıştı. Bazıları sıraları yumrukluyordu.
Fevzi Paşa konuşmasını gürültüler arasında sürdürerek sözünü zorlukla tamamlayabildi:
"Bu iki hususun görüşülerek karara bağlanmasını rica ediyorum." Kürsüden indi. Erzurum Milletvekili Durak Bey (Sakarya) kürsüye yürürken bağırdı:
"Söz istiyorum!"
Oturumu yöneten Dr. Adnan Bey'in cevabını beklemeden kürsüye çıktı:
"Efendiler! Biz bu davaya başladığımız gün, elimizde ne böyle bir ordu vardı, ne bu kadar silah. Bugün eskiye nispetle çok kuvvetliyiz. Bu sebeple Bakanlar Kurulu'nun önerisini reddediyorum." Alkışlar yükseldi.
"..Halk gidebilir. Ailelerimiz gidebilir. Memurlar gidebilir. Herkes gidebilir.."
Cebinden silahını çıkarıp kürsünün üstüne koydu:
"..Ama biz, elimizde silah, burada öleceğiz. Hiçbirimiz şehitlerimizden daha büyük değiliz." Meclis ayağa fırlayıp Durak Bey'i alkışlamaya başladı. Bakanlar Kurulu'nun önerisini her reddeden yoğun alkışla destekleniyordu. Ama birkaç milletvekilinin telaşa kapıldığı da gözleniyordu. Son olarak beklenilmez bir şey oldu, o güne kadar hiç söz alıp konuşmamış olan Tunceli Milletvekili Diyap Ağa'nın elini kaldırdığı görüldü.
Dr. Adnan Bey inanamadı, sordu:
"Söz mü istiyorsunuz Diyap Ağa?"
"Heya."
"Buyrun."
Meclis sustu. Sakalı göğsüne inen Diyap Ağa ağır ağır kürsüye geldi. Gözlerini kısarak
Meclis'i süzdü, "Lafım kısadır.." dedi, "..biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi?"
Kürsüden indi.
Meclis alkıştan yıkılacaktı.
Milletvekillerinin isteği üzerine Samsun Mahkemesi de eklenerek, üç yeni İstiklal Mahkemesinin kurulması oybirliği ile kararlaştırıldı. Bu mahkemelere ilerde Yozgat İstiklal Mahkemesi de katılacaktır. Hükümet arşivlerinin Kayseri'ye taşınması kabul edildi. Seçilecek bir kurul Sakarya doğusuna çekilen orduya Meclis'in selamını götürmek için cepheye gidecekti.
SAKARYA'NIN BATISINDA, ordunun çekilişini korumak ve Yunan ordusunu gözlemek için kuzeyde, Mihalıççık çevresinde iki tümeni olan 1. Grup; güneyde, Emirdağ'da Süvari Grubu, ikisi arasında birkaç yerde de süvari ve piyade alayları bırakılmıştı. Mürettep Kolordu Kocaeli'nde, Mürettep Tümen Afyon'un doğusundaydı.
Batı Cephesi birlikleri, silah ve ağırlıklarıyla birlikte, Beylik Köprü ve Kavuncu Köprüsü'nden Sakarya'nın doğusuna geçmeye başladılar.
Bitkin subaylar ve erler, başlan önlerinde yürüyor, ağır toplara koşulmuş kadanaların boyunlarından kan sızıyor, demir cephane arabalarını çeken katırların ağzından kızıl köpükler dökülüyordu. Aç akbabalar, kan ve çürük et kokan yaralı kafilelerinin üzerinde dönüp durmaktaydı.
Yunan işgal bölgesi ve Türk ordusunun Sakarya batısında bıraktığı artçı birlikler.
Beylikahır, Sarı koy ve Sivrihisar'da birer alay, Mihaliççık'tai. Grup, Emirdağ çevresinde Süvari Grubu
vardır.
Sakarya kıyısında kısa bir mola verildi. Asker o mübarek suda elini yüzünü yıkayıp serinleyince, tümenler kendilerine ayrılmış yerlere gidip yerleşmek için yeniden yürüyüşe geçtiler.
Askerleri sefil göçmenler izledi.
Sivrihisar'ın neredeyse tümü Ankara'ya göçecekti.
RUMLARIN kalabalık ve cıvık sevinç gösterileri İstanbullu Türkleri kahretmekteydi. Ankara, bütün gizli örgütlere ve gruplara tepki göstermemelerini, üyelerinin olay çıkarmamalarını sağlamalarını, gizlilik içinde asıl görevlerini sürdürmelerini emretmişti. Bu yüzden millici subaylar bu sahneleri, öfkelerini içlerine akıtarak görmemeye çalışıyorlardı. Bir gün nasıl olsa bütün bu rezillikler bitecekti. Buna inanıyor, inanmayanlara da düşman oluyorlardı.
Esnaflar da iş yerlerine zarar verecekleri korkusuyla sessiz kaldılar. Bu taşkın kalabalık kimi kez çok densiz oluyordu. Bazı gençler tepki gösterdiler ama gösterileri durdurmayı başaramadılar.
Sayıları yetersiz, kavga deneyleri azdı.
ÇİÇERİN, Ali Fuat Paşa'yı dikkatte süzerek, "Ordunuz savaşı kaybetmiş görünüyor" dedi.
"Haber alamadığım için kesin bir şey söyleyemem. Ama stratejimizi biliyorum. Ordu gerideki yeni bir hatta çekilerek savaşı mutlaka sürdürecektir."
"Bir Sovyet birliğinin fiili yardımda bulunmasını düşünmez misiniz?"
Ali Fuat Paşa bu konunun açılmasını bekliyordu, görüşmeyi bunun için istemişti.
Bu soruyu kuşkuya yer vermeyen bir kesinlik ve açıklıkla cevapladı:
"Hayır Sayın Komiser. Çünkü bu bizim öz mücadelemiz. Yalnız emperyalizmle değil, hain İstanbul yönetimi ve onun uzantılarıyla da mücadele ediyoruz."
Bakıştılar. Çiçerin, "Peki.." dedi, "..hiç olmazsa Enver Paşa'nın, Müslüman bir kuvvetle Anadolu'nun yardımına koşması, bu sıkışık döneminizde yararlı olmaz mı?" "Tersine, olağanüstü zararlı olur. Bölünürüz. Anadolu'da M. Kemal Paşa, büyük bir çabayla, milli bir cephe kurdu. Bu cephe parçalanırsa, bizi lokma lokma yutarlar. Enver Paşa birlik toplamak isteyebilir ama Moskova'nın buna izin vermeyeceğini kuvvetle tahmin ediyorum. Çünkü bu Moskova-Ankara arasındaki dostluk antlaşmasına kesinlikle aykırı düşecektir."
Çiçerin diretti:
"Ama aldığımız haberlere göre Yunanlılar, Boğazların bekçiliğine talip olmuşlar. Bu ucuz bekçiliği İngilizler destekleyebilir. Böylece bizi de boğmuş olurlar. Yunanlılar Ankara'ya yürür ve kesin bir başarı kazanırlarsa.. " Ali Fuat Paşa itiraz etti: "Kazanamazlar!"
Çiçerin, nazik olmak için kendini zorlayarak, "Ama gelen haberler hiç de ümit verici değil" dedi.
"Güvenimin basit ama güçlü dayanaklarını açıklamama izin veriniz. Ankara-îstanbul arasındaki gizli telgraf haberleşmesini sağlayan telgrafçıların parolası, 'zafer'dir. Askeri gereçler, İstanbul'dan İnebolu'daki askeri birime, gizlice ticari eşya gibi sevk edilir.
Bu gereçlerin teslim edileceği kapalı adres şöyledir:
Zafer Ticarethanesi-İnebolu. Kağnıcı kadınlar yolda doğum yaparlarsa, çocuğa 'Zafer' adını koyarlar. Zafere böylesine inanmış ve bağlanmış bir halkı yenmek mümkün müdür?"
OYSA Albay Sariyanis'e göre, Türkleri yenmek yalnız mümkün değil, kolaydı da. Ama böyle düşünmeyenler de vardı. Bunların başında General Papulas geliyordu. Ankara seferinin planını yine Albay Sariyanis hazırlamıştı. Planına güveuiyordu. General Papulas'ı ikna etmek için sabah toplanan komuta kurulunda söz istedi. Konuşmasına, "İki yıldır Ankara'yı ele geçirmenin şartlarını, mesafe ve yolları inceliyorum.
Türkleri ezmedikçe ya da Kızılırmak'ın ötesine atmadıkça, ne Batı Anadolu'yu koruyabiliriz, ne İstanbul'u alabiliriz" diye başladı, plan hakkında ayrıntılı bilgi sundu ve açıklamasını şöyle bitirdi:
"Bu akın, askeri bir gezinti olacak. Ankara'yı kolayca ele geçireceğimize eminim." Papulas basit ama deneyli bir askerdi. Orduyu bekleyen tehlikeyi seziyordu. Ümitle ordunun İkmal Şubesi Müdürü Yarbay Yorgos Spridonos'a baktı. Bu yarbayın çalışkanlığına ve dürüstlüğüne güvenirdi.
Spridonos, beklediği gibi konuştu:
"Ben emin değilim."
Sariyanis'ten önce Kurmay Başkanı Albay Pallis sinirlendi:
"Neden?"
"Çünkü Türkler çekilirken, yararlanabileceğimiz bütün demiryollarını bozdular. İkmal merkezimizi Eskişehir'e almak, ikmal sistemimizi tersine çevirmek zorundayız. Bunun için de her çeşit malzeme, bundan böyle, deniz yoluyla İzmir'den Bandırma'ya, dar demiryoluyla Bandırma'dan Bursa'ya, karayoluyla Bursa'dan Karaköy istasyonuna, demiryoluyla Karaköy'den Eskişehir'e taşınacak, Eskişehir'den de her gün ordunun ihtiyacı olan tonlarca malzeme kara yoluyla Sakarya bölgesine ulaştırılacak.21" Bu kadar karışık ve zor bir ikmal sistemi düzenli işleyebilir mi? Bir yerde mutlaka tıkanır. Bu yolların güvenliğini sağlamak için de pek çok askere gerek var. Açık söylüyorum, bu sistemle ve bu şartlar içinde büyük bir sefer ordusunun ihtiyaçlarını düzenli, yeterli ve güvenli şekilde karşılamak mümkün değildir. Ben karşılayamam."
Sariyanis öfkeyle baktı:
"Karşılarsın. Emrinde binden fazla kamyon, binlerce araba ve deve var."
"Sen mesafeleri ve yollan iki yıldır incelediğini söyledin.
Ben yeni inceledim ve şu kanıya vardım:
Eğer bu yürüyüş gerçekleşirse, ordumuzun yenilmesi kaçınılmazdır."
Ankara seferini candan destekleyen General Stratigos bu uğursuz yargıya çok içerlemişti,
Papulas'ı, "Böyle konuşmaya izin vermeyin!" diye uyardı.
Spridonos ayağa kalktı:
"Komutanım! Anlaşılıyor ki ikmal merkezimizden 200-250 km. uzaklaşacak olan ordunun ulaşım ve ikmal işinin başarılabileceği düşünülüyor. Yerimi, bunu başaracak olan arkadaşa terk etmeye hazırım, orduda vereceğiniz her göreve razıyım."
Papulas, "Otur Yorgo" dedi, kurula döndü:
"Ben de en az bu arkadaşım kadar kaygılıyım ve sonuçtan kuşku duyuyorum." General Stratigos, "Neden ama." diye bağırdı, "..Türk ordusunun kısa zamanda yeniden toparlanmasına imkân yok. Haberalma Şubesinin elinde buna aykırı bir bilgi mi var?" Ordu Haberalma Şubesi Müdürü Yüzbaşı Karassos, "Hayır efendim." dedi, "..aldığım son bilgilere göre, Türkler Ankara'dan kaçmaya başlamışlar. Parlamentoyu da daha doğudaki bir şehre taşıyorlarmış."
Stratigos, ağzı gizli bir gülüşle kıvrılarak yüzüne bakınca Papulas, "Ama güneydeki kolorduyu da Akşehir'e taşımaya başladılar!" diye bağırdı.
Kurmay Başkanı Albay Pallis, Papulas'ı yatıştırmak için araya girmek zorunluğunu duydu:
"Komutanım, izin verirseniz, Yarbay Spridonos ile görüşerek durumu yeniden değerlendirelim. Sonucu arz ederiz." "Tamam. Toplantı bitmiştir." Öfkeyle odadan çıktı.
General Stratigos, kurmay kurulundaki anlaşmazlığı hemen Başbakan Gunaris'e yetiştirecek, Gunaris Kütahya'ya gelip ilgililerle yüz yüze konuşmak için o gün İzmir'e hareket edecekti. POLATLI'ya çekilen cephe karargâhı, istasyon ile çevresindeki tek katlı birkaç Tatar evine, karanlık bir hana ve çadırlara yerleşmişti. Orduyu doyurmak, bakıma almak, yeniden düzenlemek için hiç durmadan çalışmak gerekiyordu.
M. Kemal Paşa İsmet Paşa ile konuşmak için Polatlı'ya geldi. İsmet Paşa'nın küçük odasında durumu gözden geçirdiler.
Sonuç belli olmuştu. Ordu, 1.643 şehit, 4.981 yaralı ve 374 esir vermiş, 18 top, 47 ağır, 34 hafif makineli tüfek kaybetmişti.5 Elde yalnız 28.825 tüfek kalmıştı. Gerçek buydu.
"Kaçak sayısı?"
"Tam sayı belli oldu. Şaşırmaya hazır ol: 30.809."
"Neee?"
"Üstelik bunların 30.122'si de tüfeği ile kaçmış. O yüzden elimizde az tüfek kaldı."
"Ordunun yarısı bu!"
"Ne yazık ki evet."
M. Kemal isyanla ayağa kalktı:
"Anadolu'yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğu zaman hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç tabii böyle olur. İnsanlarımızı okutmamış, bilinçlendirmemiş, kafalarını ve yüreklerini milli bir terbiyeden geçirmemişiz ki. Cami okullarında ve medreselerde, ne tarih, coğrafya dersi verilir, ne de vatan, millet nedir öğretilir. Bu yüzden iki yıldan beri düşman kadar, cahil, gafil ve hainlerle de uğraşıyoruz. Komutanlar bu sefer çok dikkatli olsunlar, bozgunculara fırsat verilmesin." "Baş üstüne."
Savaştan sonra, bu talihsiz millet için yapılması gereken çok iş vardı. Milleti yüzlerce yıllık uykudan uyandırmak gerekiyordu.
Bir süre susarak istasyonu seyrettiler. Askerler yük vagonlarını boşaltıyorlardı. Ayakları çıplak, üstleri perişandı. İstasyonun bir köşesinde de, genç kızlar, kadınlar, çocuklar ve yaşlı erkeklerden oluşan bir kalabalık beklemekteydi. Ellerinde kazma-kürek, yiyecek çıkınları ve su testileri, sırtlarında yorganlar vardı. Bir onbaşı bu rengârenk kalabalığı harekete geçirdi. Sakarya yönüne doğru yürümeye başladılar.
İsmet Paşa, "Mevzileri bir an önce hazırlamak için çevre halkından yardım istedik.. " diye bilgi verdi, "..kazmasını, küreğini ve çocuğunu alan geldi. İşçi taburları kurduk. Tarlada çalışır gibi canla başla siper kazıyor, yol açıyor, yorgun orduya yardım ediyorlar. Gördüğün gibi çoğu da kadın. Kadınlarımızın hakkını nasıl ödeyeceğiz, bilmem." M. Kemal Paşa, yüreğinden gelen bir sesle, "ödeyeceğiz İsmet." dedi, "..ödemek zorundayız." MİHALIÇÇIK'a çekilen resmi birimler ile asker aileleri, belirlenen bir sırayla yola çıkıp Sakarya doğusuna geçerek Kızılcahamam'a gitmekteydiler. Mihalıççık Askerlik Şubesi de toplanıyordu. Gazi Çavuş, torbalarını sırtlamış dokuz delikanlı ile çıkageldi. Oğlu Ali de delikanlıların arasındaydı. Şube Başkanı Çolak Yüzbaşı eşya toplanmasını durdurdu. Filistin'de dirseğinden yaralandığı için geri hizmete alınmıştı. Sırasında dokuz erin ne kadar işe yaradığını iyi bilirdi. Bekletmeden gerekli işlemleri başlattı. Sonra da önünde birikmiş evrak yığınına eğildi. Eldeki işleri bitirmesi gerekti. Çünkü birkaç gün sonra da şube yola çıkacaktı. Gazi Çavuş esas duruşta, "Yüzbaşım bir şey sorabilir miyim?" dedi.
"Sor."
"Duydum ki Kemal Paşa eski askerleri de silah altına çağırmış. Doğru mudur?" "Evet, doğru."
"Paşa'yı Çanakkale'den bilirim. Zorda olmasa çağırmazdı. Biz sıramızı savmıştık. On yıl dövüştüm. Çavuş oldum. Üç kere yaralandım. Esir düştüm. Geri gelebildim. Demek ki koca Allah beni ordunun bu zor günü için esirgemiş. Orduya katılmak için ne yapmalıyım?" Yüzbaşı saygıyla başını kaldırdı. Baktı. Zaferin tadını, yenilginin acısını tatmış gerçek bir askerdi bu.
"Otur. Bir çay içelim hele."
Çavuş oturdu:
"Sağ ol."
"Kaç yaşındasın?" "Otuz iki."
"Yanında bir belge var mı?"
"Kafa kâğıdım bile o kıyamette kaybolup gitti yüzbaşım. Bir canımı kurtarabildim."
Yüzbaşı anlayışla gülümsedi:
"Zarar yok. Evinle helalleştin mi?"
"Evet."
"Tamam. Seni ve çocukları, 1. Gruba yollayacağım. Grup karargâhı burada. Bir piyade, bir de süvari tümeni var. Sizi 1. Piyade Tümeni'ne verirler. Komutanı Abdurrahman Nafiz Bey. Çok disiplinli bir tümendir. Top, tüfek sesi duymamış yeni askerlere senin gibi tecrübeli çavuşların çok yararı olur."
Posta eri kurutulmuş otlardan yapılma uyduruk çayı getirdi.
FEVZİ PAŞA da, Ankara'da kurmaylarla durumu değerlendiriyordu. Ordu, düşmanla arayı 200 km. açarak, yeni bir savaşa hazırlanmak için gereken zamanı kazanmıştı.
Yunan ordusu da yıprandığı için çekilen orduyu izleyemeyip durmuştu. Yürüyüşe geçebilmek için ciddi hazırlık yapması gerekti. Bu süre yirmi gün olarak hesaplanıyordu.
Bu zamanı çok iyi değerlendirmek, vurgun yemiş ordunun silah ve savaşçı asker sayısını çoğaltmak, ikmal örgütünü yeniden düzenlemek gerekti.
Sakarya doğusuna çekilen orduda ancak 30.000 savaşçı (tüfekli er) kalmıştı. Gerisi, istihkâm, muhabere, ulaştırma, sağlık, bando, ekmekçi takımı gibi sınıfların ve destek hizmet birimlerinin çoğu silahsız erleriydi.
Merkez Ordusu'ndan bir tümen oluşturması ve yollaması istenmişti. Eğitim merkezlerinde de beş bin kadar asker vardı.
"Kalan açığı yeni askerlerle dolduracağız."
Yüzbaşı Nuri Berköz, "Evet ama Paşam.." dedi, "..bitkin halk yenilmiş bir orduya yeniden destek verir mi? Üstelik zaman çok dar, ancak yakın illerden asker toplayabiliriz. Bu kesimin askerlik yaşına girmiş nüfusu, ihtiyacı karşılar mı? Yeter sayıda asker geldi diyelim, acemileri 10-15 günde eğitip savaşa hazırlamak mümkün müdür? Bu kadar kısa süre içinde acemi bir asker ne öğrenebilir ki?" Sorun bu kadar değildi elbette.
Mesela bütün telsizler kurtarılmıştı ama çekiliş sırasında çoğu arızalanmıştı. Elde yedek parça yoktu. Mesela tüm süvarilerin elinde sadece yüz on sekiz kılıç vardı. Bu yüzden süvariler genellikle piyade savaşı yapıyor, erler atlı hücuma mızrak diye uçları sivriltilmiş uzun sopalarla kalkıyorlardı. Mesela 75 mm.lik mermi çok azalmıştı. Oysa topların çoğu bu çaptaydı. Cephe çok acele bu mermilerden istiyordu. Ama yakın depolarda bu çapta mermi yoktu. Karayoluyla doğudaki depolardan getirtmek ise aylar alırdı.
Yüzbaşı Şahap Gürler içi yanarak sordu:
"Topsuz mu savaşacağız?"
Top olmadan ya da az topla savaş kazanmak imkânsızdı. Bir savaşta sonucu kesin olarak top belirliyordu.
Bu çapraşık sorunlar on beş-yirmi gün içinde nasıl çözülecekti?
ERKENCİ MİLLETVEKİLLERİ sabah simidi yiyip çay içmek ve dertleşmek için Merkez Kıraathanesi'ne gelirlerdi. Bugün de cam önündeki masada birkaç milletvekili vardı. Çaylarını içmeyi unutmuş, üzüntü içinde, önlerinden geçip Taşhan'a doğru ilerleyen uzun göç kafilesini izliyorlardı. Meclis görüşmelerinin dışarı sızması üzerine, özellikle Ankara'ya sonradan yerleşmiş aileler Çankırı, Kırşehir, Kayseri gibi illere gitmeye başlamışlardı. Bu kimbilir kaçıncı kafileydi. Yaylılar kadın ve çocuk, yük arabaları eşya doluydu. Erkekler sessizce arabaların yanında yürüyorlardı.
Samsun Milletvekili Emin Gevecioğlu, "Bu gidişle geldiğimiz yollardan yine Asya'ya döneceğiz galiba" dedi. Bir zaman sustular.
Afyon Milletvekili Mehmet Şükrü Koç homurdandı:
"Bu yenilginin hesabını sorumlularından sormayacak mıyız?"
Aydın'ın Kuvayı Milliyeci Milletvekili Esat İleri kızdı:
"Yahu vatan ayağımızın altından kayıyor, şimdi kavga etmenin sırası mı? Böyle anlarda kavgaya ara verilir. Arkadaşlar yarın cepheye gidecekler. Dönüşlerini bekleyelim. Ordu ne durumda, niye yenilmiş, bir öğrenelim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz."
GUNARİS, Kütahya'ya, yanma Savaş Bakanı Teotokis'i de alarak gelmişti.
General Stratigos'un tavsiyesine uyarak, önce, hiç sevmediği Albay Sariyanis'le gizli bir görüşme yaptı:
"Albay, ayrı görüşlerin insanıyız. Ama bana size güvenilebileceği söylendi. Hükümeti aydınlatmanızı istiyorum. Gerçek durum ne? Ne yapmalıyız?"
"Gerçek şu ki Türk ordusu yenilmemiş, geriye atılmıştır. Şimdi ulaştığımız noktada kalır ve beklersek, Türklere yeniden güçlenmeleri için fırsat vermiş oluruz. Savaş katlanamayacağımız kadar çok uzar. Bu kadar geniş bir bölgeyi uzun süre güven altında tutmamız çok zor. Bu sebeple Türk ordusunu pes ettirmek ya da iyice doğuya sürmek, Ankara'daki tesis ve depoları yok etmek, yararlanabileceği bütün kaynaklan kurutmak, Ankara-Eskişehir demiryolunu bir daha kullanılamayacak biçimde bozmak zorundayız. Bunu yaptığımız zaman Türk tehlikesi sona erer."
Teotokis, "Başarabilir miyiz?" diye sordu.
Sariyanis her zamanki edasıyla, "Tabii.." dedi, "..çünkü bu kadar kısa zamanda yeniden toparlanamaz. Türk ordusu daha doğuya çekilirse, doğudaki Ermeniler, kuzeydeki Pontüs çeteleri, güneydeki Kürt aşiretleri arasında kalacak. Batıda da biz varız.7b Ayrıca Delibaş Mehmet'in yardımıyla Konya'da, Kemalistler'e karşı büyük bir ayaklanma da hazırlıyoruz. Nereye kaçacak? Böyle bir ateş çemberinin içinden hiç kimse sıyrılamaz."
"Peki, askerlerimizin büyük bölümünü ne zaman terhis edebiliriz?" Hükümeti sıkıştıran en büyük sorun buydu.
"Bu kesin zaferden hemen sonra. Çünkü karşımızda çekineceğimiz ciddi bir kuvvet kalmayacak. Türk ordusundan geriye en fazla, dağlara kaçmış bir avuç subay ve asker kalır."
Gunaris, her şeyin tasarladığı gibi gideceğine güvenen bu kurmaya inandı:
"Savaş Konseyine sunulacak raporu bu anlayışla hazırlamanızı rica ediyorum."
"Albay Pallis'le birlikte rapor taslağını hazırladık bile. Ama imzalaması için General Papulas'ı ikna etmek gerek."
"Onu ben ikna ederim. Ordunun neye ihtiyacı var?" "Biraz daha kamyona ve giyeceğe."
İkisi de ayağa kalkıp el sıkıştılar. En fanatik Venizeloscu ile en sadık Kralcı, Türk ordusunu yok etmek için anlaştılar.
Batı Anadolu'yu, Trakya'yı ve İstanbul'u Yunanistan'a katarak, Ege denizine bütünüyle egemen olmak, böylece büyük ülküyü (megali idea) gerçekleştirmek için Türk ordusunu yok etmekten başka çare yoktu.
M. KEMAL PAŞA Polatlı'dan ayrılmadan önce, Ankara-Kayseri yolu üzerindeki Keskin ilçesinden bir telgraf almıştı.
Keskin halkının temsilcileri diyorlardı ki:
"..Bazı milletvekilleri heyecan ve telaş içinde buradan geçerek geriye kaçtılar. Bizler canca ve malca her fedakârlığı yapmaya hazır bulunuyoruz. Bu milletvekillerinin telaşını haklı gösterecek bir tehlike varsa, yediden yetmişe cepheye gitmemize izin veriniz."
İşte güvendiği halk konuşmaya başlamıştı. Ankara'ya daha iyimser döndü.
Gafiller ile zayıf ruhlulardan arınmış, küçük ama kararlı bir ordu kalmıştı elde. Şimdi bu çekirdek ordunun mayalayacağı güçlü bir ordu oluşturmak gerekiyordu. Bütün gün ara vermeden çalıştı.
Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Derneği'nin bütün şubelerine telgraf çekti, bucak ve köylere dağılarak halka durumu anlatmalarını istedi.
Tabansız yedi milletvekili gerçekten Ankara'dan kaçmıştı. Meclis Başkâtibi Recep Peker'e, "Bunlar sonra yüzümüze nasıl bakacaklar acaba?" dedi.
Recep Peker güldü:
"Hiç utanmadan bakacaklardır Paşam, utanma duyguları olsa kaçmazlardı." Fevzi Paşa ile buluştu. Fransızlarla Güney Cephesi'nde bir yarı-mütareke durumu oluşmuş, Güney Cephesi'ndeki İkinci Kolordu'nun bir tümeni (9. Tümen), Yunan ordusunun bir saldırısına karşı Konya yönünü örtmesi için Akşehir'e getirilmişti. Kolordu karargâhı ile ikinci tümeninin de (5. Tümen) Akşehir'e taşınmasını kararlaştırdılar. Bu kolordu, 2. Grup adıyla Batı Cephesi Komutanlığı emrine verildi.
İstanbul'daki gizli örgütlerden, çok acele kaydıyla sicili temiz subay, mühimmat, özellikle ve ivedi olarak da 75 mirdik mermi istendi.
Karadeniz limanlarına indirilen Rus yardımı silah ve mermilerin Ankara'ya yollanmasının hızlandırılması emredildi.
Artırabilecek her birlik, bir manga bile olsa, Sakarya'ya yollanacaktı. Akşam Dışişleri Bakanıyla birlikte yeni Sovyet Elçisi Natsarenus'u kabul ederek, Enver Paşa konusunda Ankara'nın hassasiyetini belirtti.
Kaynakça
Kitap: Şu Çılgın Türkler
Yazar: Turgut Özakman