Kütahya-Eskişehir Savaşına Hazırlık
1 Nisan 1921 - 9 Temmuz 1921
1 NİSAN 1921 Cuma günü, Keçiören'de, şimdi Meteoroloji Genel Müdürlüğü olan eski Ziraat Okulu binasına yerleşmiş Genelkurmay karargâhının ikinci katındaki genişçe odada, harita serili bir masanın başında, M. Kemal ve Fevzi Çakmak Paşalar, konuşmadan oturuyorlardı. Yalnız M. Kemal Paşa'nın iri taneli kehribar tespihinin tekdüze şaklaması duyulmaktaydı. Saat 17.00'ydi.
Sağ kanadını taarruza kaldıracağını bildirmiş olan İsmet Paşa ile öğleden beri bağlantı kurulamıyordu.
ANADOLU AJANSI, camilere, kahvelere her gün tek sayfalık bültenler asarak olup bitenleri halka duyurmaktaydı. O gün hiçbir bülten asılmayınca, meraklanan Ankaralı esnaf ve zanaatkarlar, dükkânlarını, küçük atölyelerini erkenden kapatıp bugünkü Ulus meydanındaki küçük Meclis binasının önünde toplandılar. Gittikçe çoğalıyor ve sessizce cepheden haber bekliyorlardı. Adana Milletvekili Zamir [Damar] Arıkoğlu, kalabalığı telaş içinde yararak Meclis'e girdi.
KOMİSYON odaları ve koridor, kalpaklı, fesli, sarıklı milletvekilleri ile doluydu. Zamir Bey ilk rastladığına sordu:
"Hâlâ bir haber yok mu?" "Yok."
Antalya Milletvekili Rasih Kaplan Hoca, "Konferans sona ermemişti ki birader, ara verilmişti.. " diye söyleniyordu, "..bu Yunan taarruzunun anlamı neydi?"
Siyah kalpaklı, avcı ceketli, iri kıyım bir genç, Manisa Milletvekili Mustafa Necati Bey, "Ne olacak.. " dedi, "..bizi konferansla uyutup gafil avlamak istediler."
"Ama buna diplomasi değil, sahtekârlık derler!"
Konya Milletvekili Musa Kâzım Efendi, beyaz sakalını sıvazladı:
"Ordumuz direnebiliyorsa, mesele yok. Batının bu oyununu da boşa çıkarırız."
BU SIRADA görevden dönen çift kanatlı bir keşif uçağı, Eskişehir/ Muttalip havaalanına yaklaşmaktaydı. Alan, uçak hangarları, pilot okulu ve geniş tamirhanesiyle birinci sınıf bir havaalanıydı.
Uçak Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Fazıl, makinist Eşref Koşman ve görevliler, yaklaşan uçağı içleri giderek izliyorlardı. Çünkü ellerindeki son işe yarar uçak buydu.
Eşref inledi:
"Eyvah, bu da arızalanmış."
Uçak arkasında siyah bir duman bırakarak toprak piste indi, sıçrayarak ilerleyip durdu. Koştular. Pilot Vecihi Hürkuş ve gözlemci Basri, yıldırım gibi uçaktan aşağı atladılar. İkisi de savaş heyecanı içindeydi. Vecihi, "Uçağı çabuk hazırlayın.." diye haykırdı, "..bomba yükleyin, tüfeğe şerit takın! Çabuk, çabuk, çabuk." Fazıl'a döndü:
"..Hava kararmadan bir çıkış daha yapsak iyi olacak." "Durum nasıl?"
Vecihi tam savaşın gidişi hakkında bilgi verecekti ki uçağı kontrol eden makinist acıyla, "Vecihi Bey.." diye seslendi, baktılar, makinistin eli yağ içindeydi, "..bunun yağ deposu delinmiş."
"Değiştirin! Ama çok çabuk olun!" "Yedek depo yok ki."
"Öyleyse bunu tamir edin! Bir şey yapın! Haydi!"
Makinist kıvrandı:
"Sökmesi, tamiri, yerine takması saatler alır."
Vecihi, gözleminden yaş fışkırarak, başlığını ve rüzgâr gözlüğünü yere çarptı:
"Lanet olsun yoksulluğa!"
BİR YUNAN avcı uçağı ilerleyen Türk birliklerinin üzerine makineli tüfeğiyle ateş yağdırmaya başlamıştı. Hücuma kalkmış bir takımın önünde koşan teğmen, birden sendeleyip düştü. Teğmenin düştüğünü gören erler hemen yere yattılar.
Takım çavuşu sürünerek sokuldu:
"Komutanım?"
Teğmen boynundan vurulmuştu. Zorlukla, "Durma.. " diye fısıldadı, "takımı hücuma kaldır. Hemen! Haydi!"
Her kelimede yarasından yeni bir kan dalgası boşanıyordu. Çavuş, gözlerinden yaş akarak ayağa fırladı. Olanca sesiyle haykırarak, takımı yeniden hücuma kaldırdı. Erler doğruldular ve koşarak savaş sisine karıştılar. Taşlı arazi çarıklarının altını erittiği için çoğu yalınayaktı. Bir top mermisi patladı. Fışkıran gevrek bahar toprağı, sönen Teğmenin üzerini örttü. ANKARA'da, Genelkurmay'ın telgraf odasındaki tıraşı uzamış subaylar, kan oturmuş gözlerini Batı Cephesi karargâhına bağlı manipleye dikmiş bekliyorlardı. Derin sessizlik içinde birinin ayak sesleri duyuldu, kapı yavaşça aralandı. İsteksizce başlarını çevirdiler. Gelen Meclis Başkanlığı Yaveri Yüzbaşı Salih Bozok'tu. "Paşalar merakta. Hâlâ bağlantı yok mu?"
Maniple başındaki astsubay başını ümitsizce iki yana salladı. Salih Bey kapıyı yavaşça kapatıp çekildi.
MECLİS'te de bazılarına ümitsizlik çökmüştü. Bir milletvekili, "Bu iş çetelerle yürümez dedik, hepsini dağıttık.." dedi kaygıyla, "..ordu başarılı olmazsa, korkarım bu iş burada biter."
Gümüşhane Milletvekili Hasan Fehmi Ataç içerledi:
"Ne münasebet! Bir muharebe kaybedilmekle harp biter mi?"
Erzurum Milletvekili Celalettin Arif Bey, çevresindekilere, "Bence, Londra Konferansı'nda, biraz esnek davranmalıydık.." diyordu, "..eğer yenilirsek, yeni önerleri de geri alır bu adamlar."
Mustafa Necati çok sinirlendi:
"Onlar öneri değildi ki beyefendi, sadakaydı. Geri alsınlar!"
Celalettin Arif Bey son Osmanlı Meclisinin Başkanıydı. Millet Meclisi'nin de kendisini başkan seçmesini beklemiş, yerine M. Kemal seçilince sinirli ve alıngan olmuştu. Mustafa Necati'yi, "Ödün vermeden, uzlaşma olmaz delikanlı" diye tersledi. "İstiklalden ödün verilir mi beyefendi? Siz bugün Artin Kemal gibi konuşuyorsunuz!" Celalettin Arif, gazeteci Artin Kemal'e benzetilmesine çok içerledi. Morardı. Bir olay çıkacağını sezenler araya girdiler. Öbekten uzaklaştırılırken, dayanamayıp geri döndü, M. Necati'ye, "Seni affetmeyeceğim!" diye bağırdı.
Balıkesir Milletvekili Albay Kâzım Özalp'in sabrı tükenmişti, Genelkurmay'a telefon etmek için Başkanlık odasına daldı. Arkasından bazı milletvekilleri de odaya doluştular.
Telefona sarıldı:
"Hâlâ haber yok mu?.. Peki. Öyle mi? Yapma!.. Anladım, geliyorum." Kâzım Bey telefonu kapadı.
"İsmet Paşa ile bağlantı kurulamıyormuş. Onlar da haber bekliyorlar."
"Ne olmuş? Ne diyorlar?"
Yüzü asılmıştı. Kalabalığı yarıp dışarı çıktı. Arkasından Gaziantep Milletvekili Yasin Kutluğ da seğirtti.
Kapının önünde kolundan yakaladı:
"Dur hele. Sen bizden bir şey sakladın. Neydi o?"
Kâzım Özalp, alçak sesle, "Bir tümen komutanımız daha yaralanmış" dedi.
"Kim?"
"Albay Kemalettin Sami Bey."
"Bu ikinci. Ne arıyor bu komutanlar ateş hattında yahu? Demek savaş pek kıyasıya oluyor Kâzım Bey!" Öyle olmalıydı.
Cephe Komutanlığı'nın sessiz kalması Kâzım Özalp'in içine kurt düşürmüştü. Meclis'ten fırladı. Az ilerde faytonlar bekliyordu. İki atlı bir faytona atladı. "Haydi, çabuk! Keçiören'e, Genelkurmay'a! Çok çabuk ama!" "Başüstüne beyim."
Kâzım Bey'in heyecanı arabacıya da bulaştı.
Kırbacını telaşla şaklattı:
"Haydi çocuklar!" Atlar ileri atıldılar.
TÜRK KUVVETLERİNİN Kars'ı Ermenilerden geri almasını eleştiren yazısından beri halkın bir Ermeni adı olan Artin adını ekleyerek Artin Kemal diye andığı yazar Ali Kemal İstanbul'da, Peyam-ı Sabah gazetesindeki geniş odasında, ortağı Ermeni Mihran ve misafirleriyle çene çalıyordu.
Sarışın, gürbüz, yarı alafranga, yarı alaturka, kendine özgü bir insandı.
O günkü başyazısını öven tombul misafirine neşeyle, "Ankara'dakiler yine köpürecekler.." dedi, ünlü kahkahasını attı, sonra da ekledi:
"..Haydutların işi gücü savaş. Siyasetten zerre kadar anladıkları yok. Ellerinde derme çatma bir ordu, birkaç tane de düzme kahraman, dövüşüp duruyorlar. Hükümet ölçmüş biçmiş, uygun görmüş, Sevr Antlaşması'nı imzalamış. Size ne oluyor a zirzoplar? Beyhude yere kan dökmenin âlemi var mı? Öğrendiğime göre, Londra'da da, çocuk gibi, 'İzmir'i isteriz, Edirne'yi isteriz, Adana'yı isteriz', hatta 'tam istiklal isteriz' diye tutturmuşlar."
Misafirleri şaşakaldılar:
"Yok canım?"
Mihran, "Bunlar çılgın" diye söylendi.
Ali Kemal, bu nitelemeyi pek sevdi:
"Tabii canım! Çılgın olmasalar, sanki cihan savaşını biz kazanmışız gibi koskoca Lloyd George'a barış şartlarını dikte etmeye yel-tenirler miydi? Ne demiş Arap, 'elhükmülimen galebeA galibin dediği olur! İşte bu kadar. Bu kavrayışta, bu bilgide, bu çapta adamlar, değil devleti, ufak bir aşireti bile idare edemezler! Edebilseler, Yunan ordusu şimdi Eskişehir yolunda olur muydu?"
Birer kahve daha söyledi.
ATİNA'da çıkan Katimerini gazetesi yazarlarından Hristos Ni-colopulos da tıpkı Ali Kemal gibi, Yunan ordusunun, Türk direnişini kırarak Eskişehir'e yürüdüğünü sanmaktaydı.
Daktilo makinesini çatırdatarak yazısına devam etti:
"..Güney kesiminde, Afyon'u daha ilk gün ele geçirmiştik. Ordu karargâhından alınan haberlere göre, kuzeyde de Eskişehir'e doğru ilerliyoruz. İngiliz Başbakanı Lloyd George, 'Yunan ordusu, M. Kemal kuvvetlerini yenecektir' demişti. Ordumuz bu zaferle yalnız Lloyd George'u doğrulamakla kalmıyor... "
Gittikçe yaklaşan bir uğultu duyuluyordu. Birkaç kişi pencerelere koştu.
Dikkati dağılan Nicolopulos yazmayı kesip sesledi:
"Ne var, ne oluyor?"
"Lloyd George lehine gösteri yapıyorlar."
Nikolopulos da yerinden kalkıp pencereden baktı.
Binlerce Atinalı, sevinç içinde Omonia meydanına akıyor ve Yunanlıların koruyucu meleği Lloyd George'u yüceltiyordu:
"Zito Georgis! Zito Georgis!" (Yaşasın George!)
O SAATTE Londra'da iç karartan bir hava vardı ama uyarılara rağmen siyasi kudretini Yunanlılar yararına kullanan İngiltere Başbakanı Lloyd George'un yüzü parlıyordu. Anadolu'dan iyi haberler almıştı. Çay getiren sekreteri ve gizli sevgilisi Miss Frances Stevenson'a, "öyle sanıyorum ki.." dedi neşeyle, "..birkaç gün sonra, şu asi Mustafa Kemal ile birlikte Türkiye sorunu da tarihe gömülecek."
İmparatorluk Genelkurmay Başkanı Mareşal Wilson'un nasıl mahcup olacağını düşünerek gülümsedi. Bu dik kafalı ve kalın kabuklu asker, Yunan ordusunun Türkleri yenemeyeceğini ileri sürmekteydi.
Pöh!
Yeniyordu işte!
OYSA DURUM, Ali Kemal'in, Nicolopulos'un ve Lloyd George'un tahminlerinin ve ümitlerinin tam tersine gelişmekteydi.
61. Tümen savaş idare yerine gelmiş olan Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, sağ kanat birliklerinin, düşmanı tutunduğu son mevzilerden de söküp atan taarruzunun sonunu izlemekteydi. Akşam pusu içinde geri çekilen düşman kollarının kaldırdığı kalın toz bulutları, batı güneşinin ışığında kaynaşarak göğe yükseliyor, savaş uğultusu ağır ağır uzaklaşıyordu.
Savaşın İnönü kesimindeki bölümü Türklerin üstünlüğüyle sona ermişti.
Kendisinden başka hiç kimsenin duyamayacağı derin bir mutluluk içinde bir taşın üstüne oturdu, Genelkurmay'a yollayacağı telgrafı yazmaya koyuldu.
AĞIZLARINDAN köpükler dökülen atlar Genelkurmay binasının önünde durdular.
Meraklanan nöbetçi subay dışarı çıktı. Faytondan atlayan Kâzım Özalp'i tanıyınca selam durdu.
"Bir haber geldi mi?"
"Hayır efendim."
"İnşallah bir aksilik yoktur."
İçeri girdi. Alt kattaki büyük salon, derme çatma tahta duvarlarla küçücük odalara bölünmüştü. Sadece bütün hareketlerin haritaya işlendiği ve savaşın izlendiği harekât odası büyüktü. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Genelkurmay örgütü bu kadardı. Harekât Şubesi Müdürü Yarbay Salih Omurtak'ın küçük odasının kapısı açıktı. "Salih Bey!"
Yarbay Salih, Kâzım Özalp'i görünce ayağa zıpladı:
"Hoş geldiniz."
"Ne haber?"
"Bekliyoruz."
Oturdular. İkisinin canı da konuşmak istemiyordu. İyi bir haber için sağ kollarını vermeye hazır, sustular.
Bir zaman sonra telgraf odasındaki astsubayın haykırışı duyuldu:
"Cephe arıyor!"
Herkes deli gibi odaya koştu. Ama maniple birkaç kez tıkırdayıp susmuştu.
Astsubay yalvarıyordu:
"Durma aslanım, ne olur durma!"
Maniple yeniden tıkırdamaya başladı. Herkes soluğunu tuttu.
Cephe Karargâhının telgrafçısı, manipleyi santur çalar gibi keyifle tıkırdatarak Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın telgrafını geçmeye başladı:
"Saat 18.30'da Metristepe'den gördüğüm vaziyet: Gündüzbey kuzeyinde, sabahtan beri direnen ve artçı olması muhtemel bulunan bir düşman birliği, sağ kanat grubunun taarruzuyla düzensiz olarak geri çekiliyor. Yakından takip ediliyor. Bozüyük yanıyor. Düşman, binlerce ölüsüyle dolu savaş alanını, silahlarımıza terk etmiştir. Batı Cephesi Komutanı İsmet."
"Heeeeyü!"
Genelkurmay'da ne rütbe farkı kaldı, ne resmiyet. Herkes sarmaş dolaş oldu.
Albay Kâzım telefona koştu.
KÂZIM ÖZALP'ın verdiği haber üzerine, Meclis'te de yer yerinden oynadı. Sevinçten kimi ağlıyor, kimi kahkaha atıyordu. Bu kargaşalık içinde Celalettin Arif ile Mustafa Necati Beyler göz göze geldiler, bir an kararsız kaldılar, sonra koştular ve kucaklaştılar. Yasin Kutluğ dışarı fırladı. Pencerelerden yansıyan gaz lambalarının ışığının altında bekleyen Ankaralılar dalgalandılar.
Kapının önüne çıkan çelimsiz milletvekilinin gür sesi yankılandı:
"Zafer biziiiiiiiiim! Kazandııııuıık! Yunanlılar çekiliyor!.. " Aşka gelen biri silahını ateşledi. Bunu, uzaktaki bir başka silah sesi izledi. Biraz sonra Meclis'in önü sevinçten deliye dönmüş meşaleli, fenerli insanlarla dolacak, karanlık meydan gündüz gibi aydınlanacaktı. İŞGAL GÜÇLERİNİN bir türlü yerini bulamadığı İstanbul gizli telgraf merkezi, Büyük Postane'nin bodrumundan, daha güvenli olduğu için Telgraf Şefi İhsan Pere'nin Zeyrek'teki eski, ahşap evinin çatı katına alınmıştı. Telgrafçılar aileleri ile birlikte alt katlardaki odalarda kalıyor ve dikkati çekmeden yaşamaya çalışıyorlardı. Gündüzleri İngiliz denetimi altındaki telgrafhaneye gidip resmi işlerini yapıyor, gece olunca nöbetleşe çatı katına çıkıp sabaha kadar İstanbul ile Ankara arasındaki gizli haberleşmeyi sağlıyorlardı. Sabah olur olmaz, haberleşme kesiliyor ve içlerinden biri, erkenden işe gider gibi evden çıkıp mesajları yerlerine ulaştırıyordu. Yakalanırlarsa, işgal kuvvetlerinin emirlerini çiğnedikleri için idam edileceklerini bilmekteydiler.
Ankara, zafer haberini geçmeye başlayınca, nöbetçi telgrafçı yeri tekmeleyerek arkadaşlarını yukarı çağırdı. Ezik telgrafçılar, maniplenin her vuruşunda, biraz daha silkindiler, doğruldular, sonunda gururla dikildiler.
Bu haber sabaha kadar bekletilemezdi. İçlerinden biri, müjdeyi ilgili yerlere ve gazetelere duyurmak için sokağa fırladı.
İSTANBUL'un ünlü oteli Pera Palas'ın yemek salonu, o gece de tıklım t ıklımdı. Rum müşteriler, Yunanlı şarkıcının söylediği güzel şarkıya eşlik ediyorlardı. Duvar kenarındaki bir masada, işgalcilerin şiddetli baskılarına rağmen harıl harıl milli orduya hizmet eden iki de Türk oturuyordu. Bunlar Muharip adlı gizli örgütün başkanı Kurmay Binbaşı Ekrem Baydar ile haber alma kolu başkanı Kurmay Yüzbaşı Seyfı Akkoç'tu. İkisi de sivil giyinmişti. Başları açıktı. Gözleri kapıdaydı. Anadolu'ya silah ve mühimmat satmak isteyen Fransız bankacı Mösyö Marcel Savoie ile buluşacaklardı. Kapıdan Marcel Savoie yerine, otelin mareşal kılıklı, palabıyıklı Rum kapıcısı girdi, ilk masaya eğildi ve bir şey söyledi. Masadakiler darbe yemiş gibi sarsıldılar. Haber masadan masaya yayıldıkça, şarkıya katılanlar susmaya başladılar. Sonunda güzel şarkıcı da bir felaket olduğunu sezerek şarkıyı kesti. Bir İngiliz subayı telefona koştu. Ekrem ile Seyfı dikkat kesilmişlerdi.
Haberi duyup da sokağa dökülmüş heyecanlı Türklerin söylediği bir marş, yavaş yavaş sessizliği dağıtmaya başladı:
İzmir'in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar..
Heyecanla otelin holüne çıkıp, camdan caddeye baktılar.
Yüzlerce Türk, ellerinde bayraklar ve tutuşturulmuş bükülü kâğıtlar, Pera Palas'ın önünden geçerek Tepebaşı'ndaki İngiliz Elçiliğine doğru yürüyordu. Kader böyle imiş ey şanlı paşa Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa...
İşgal kuvvetlerinin devriye kolları, kalabalığı susturmak ve dağıtmak için harekete geçti.
Türklerin birdenbire neden coştuklarını öğrenince, hepsinin neşesi kaçacaktı.
Bu güzel şehirde görev yapmak, keyifli bir tatil olmaktan çıkıyordu galiba.
Akşam gazetesine telefon ederek haberi öğrenen Ekrem Bey, Yüzbaşı Seyfi'ye, "Yarın.." diye fısıldadı, "..Lloyd George'un yüzünü görmek isterdim."
HABER Londra'ya sabah ulaştı ve Lloyd George öfkeden deliye döndü. Bu talihsiz anda ziyaretine gelen eski gazeteci ve konsolos, şimdi İyonya Bankası'nın Başkanı Yunan asıllı Sir John Stavridis'e ağzına geleni söyledi. "Artık bir Yunanlının fotoğrafını bile görmek istemiyorum.." diye bağırıyordu, "..Temsilcileriniz bana zafer için güvence vermişti. Kendi askeri danışmanlarıma değil, sizin hayalci subaylarınıza inandım. Ama az önce öğrendim ki o kadar güvendiğim Yunan ordusu üç ay içinde ikinci kez yenilmiş. Bu başarısızlığın beni nasıl bir çıkmaza soktuğunu anlayabilirsiniz. Hâkimiyetimiz altında her ülkedekinden çok Müslüman var. Bir Türk zaferi hepsinde bağımsızlık hevesi uyandırabilir. Dağılmamak için M. Kemal'i mutlaka ezmek zorundayız. Bunun için Yunan ordusuna güveniyordum. Hükümetim o orduyu donatmış, ayrıca da 16 milyon sterlin yardım yapmıştı."
Yunan burjuvazisini İngiliz burjuvazisine bağlayan zarif köprülerden biri olan Sir John Stavridis'in yenilgiden haberi yoktu. Donup kaldı.
YENİLGİYE Ordu Komutanı Korgeneral Papulas da inanmakta zorluk çekiyordu. Üçüncü Yunan Kolordusu'nun karargâh olarak kullandığı Bursa Anadolu Oteli'nde, ordu kurmay kurulu ile yaptığı toplantının sonunda, Türkleri ezebilmek için, daha fazla güçlenmelerine fırsat vermeden, takviye alıp hemen ve yeniden taarruza geçmek gerektiğine karar verdi. Kurmaylarını, düzensiz çekilişin yarattığı karmaşık sorunlarla baş başa bırakarak, hükümete yollayacağı raporu yazmak için odasına kapandı. Yunan ordusu yakarak yıkarak geri çekilmekteydi.
METRİS TEPE apaydınlıktı. Sabahleyin şehitlerini toprağa veren 4. Tümen, gece de zaferi kutlamak için toplanmıştı.
Flamalar, öbek öbek yanan büyük ateşlerin oynak ışığında çırpınıyor, pilav ve fasulye kazanları kaynıyordu. Yoksul tümen, çember halinde dizilmişti. Erlerin üstünde mintanlar, yelekler, biri ötekine benzemeyen askeri ceketler, altlarında ise rengârenk şalvarlar, poturlar vardı. Pek çoğunun çorabı, matarası, kütüklüğü, süngüsü, hatta çarığı yoktu. 9 Subayların da bir bölümü çarıklıydı, bazılarının üniforması çadır bezindendi. Ama erler de, subaylar da, bütün donanımları tamammış gibi vakar içinde, tümen komutanının konuşmasını beklemekteydiler.
Yarbay Nâzım Bey, kısa bir konuşma yaparak, Cephe Komutanının, gösterdiği olağanüstü kahramanlık sebebiyle tümene takdirname yolladığını bildirdi, subay ve erlere teşekkür etti ve şenliği başlattı.
Davul ve zurna sesleri yükseldi. İki gün önce cehennemi andıran Metris Tepe, bütün Anadolu gibi bayram yerine döndü.
ZAFER HABERİ İstanbul'a gökten bir müjde gibi inmiş, gazetelerin ilk sayfaları büyük resimler ve zafer edebiyatı ile kaplanıp bezenmişti. Laternalar ve 'zito zito Venizelos' şarkıları susmuştu.
Beyoğlu caddesindeki bazı Türk mağazaları vitrinlerini M. Kemal ve İsmet Paşaların resimleriyle süslediler. İstanbul yeniden Türkleşti.
MİLLETVEKİLLERİ ertesi gün, Meclisin önünde toplanan Ankaralıların alkışları arasında Meclise girdiler. Milli Savunma Bakanlığı'nın 1921 bütçesinin görüşülmesi, zafer neşesi içinde fazla uzun sürmedi ve yaklaşık 45 milyon lira olarak kabul edildi.
Verilen kısa bir aradan sonra Başkan Vekili Dr. Adnan Adıvar, Bursa'nın düştüğü günden beri siyah bir örtü ile kaplı başkanlık kürsüsünde yerini aldı, zile vurdu:
"Celse açılmıştır. Söz, Milli Savunma Bakanı Fevzi Paşa Hazretlerinindir."
Uğultu kesildi.
Fevzi Paşa ön sıraya sıkışmış Bakanların arasından kalkıp, İkinci İnönü Savaşı hakkında bilgi vermek üzere konuşma kürsüsüne geldi. İsmet Paşa cephede olduğu için, Genelkurmay Başkanlığı'na da vekâlet ediyordu. Ankara'ya geldiğinden beri M. Kemal Paşaya büyük bağlılık göstermekteydi. Bu yüzden adı muhalifler arasında 'kuzu paşa'ya çıkmıştı. Ama hiçbir siyasi grup ya da akım, bu kuzu paşayı kendi yanına çekmeyi başaramıyordu.
Fevzi Paşa sık sık alkışlarla kesilen uzun konuşmasını şöyle bitirecekti:
"..Yunan ordusu Başkomutanı Papulas, İzmir'den Bursa'ya geldi, Sevr Antlaşması'nı Türklere zorla kabul ettirmek amacıyla, alaylarını birbiri ardından taarruza kaldırdı. Kesin savaş İnönü mevzilerinde oldu. Yunanlılar, Başkomutanlarının gözü önünde, fedakârlıklarını ispat ettiler. Çarpışmalar yedi gün, yedi gece devam etti. Fakat bütün Hayretleri, yılmaz Türk safları önünde tamamiyle kırılmıştır. Düşman t, ekiliyor ve kahraman süvarilerimiz düşmanı takip ediyor."
İNÖNÜ ile Eskişehir arasındaki Çukurhisar Köyü'nde, küçük bir evin odasında, İsmet Paşa da bu saatte kurmayları ile toplantı halindeydi. İlk raporlara göre, Yunan ordusu ciddi kayıp vermiş ve çok Kanimet bırakmıştı.
Mezit vadisi-İnegöl yoluyla parça parça Bursa'ya çekilmeye çalısan Yunan birlikleri, 'üzengisi ipten, kılıcı tahtadan' ama gözü kara
Türk süvarilerinin takibi altındaydılar. Birinci İnönü Savaşı sonunda düşmanı takip edemeyen ordu şimdi o çaresizliğin acısını çıkarıyor, süvariler yakaladıklarını tepeliyorlardı.
Hiç yoktan yola çıkarak bu noktaya gelmişlerdi. Bunun tadını çıkarırken, Binbaşı Cemil Taner, "Ama haberleşme çok aksadı.." diyerek keyif kaçırdı, "..acele olarak telsize ihtiyacımız var efendim."
İsmet Paşa acıyla güldü:
"Acele ihtiyacımız olmayan ne var ki Cemil Bey?"
Bütün telsiz cihazlarının, İngilizlerin sıkı denetimi altında bulunan İstanbul'daki Selimiye Kışlası'nda toplandığını bilmekteydi. Hiç ümidi olmadığı halde, Binbaşı Cemil'in ısrarı üzerine, İstanbul'daki Muharip adlı gizli örgüte, telsiz cihazlarına da ihtiyaç duyulduğunun bildirilmesine razı oldu.
BU SIRADA İstanbul'da İkdam gazetesindeki odasında, Yakup Kadri Karaosmanoğlu başmakalesini yazmaktaydı:
"..Bir yükselişin başlangıcındayız. Bir yücelme, bir yeniden doğuş, bir şafak! İsmet Paşa adındaki bir serdarın kılıcı tarihi ikiye böldü. Dört beş günden beri bütün Doğu âlemi ve bütün Asya için yeni bir devir açılmıştır.'.'
İdare Memuru Mahmut odaya daldı:
"Yakup Kadri Bey!" "Evet?"
"Kızılay İkinci Başkanı Hamit Hasancan'dan bir duyuru geldi efendim."
Dikkati dağıldığı için canı sıkılan Yakup Kadri söylendi:
"İyi. Gerekeni yapınız."
"İstanbulluları, Anadolu mücahitlerine para yardımı yapmaya çağırıyor."
Yakup Kadri toparlandı:
"Yok canım!"
"Bağışların Kızılay'a ya da gazetelere verilmesini istiyor."
Gözleri büyüdü:
"Oo.. İşgal kuvvetlerine bir çeşit meydan okuma bu. Öyleyse duyuruyu birinci sayfada yayımlayalım. İstanbul'da doğru dürüst çalışan tek kurum Kızılay."
Kaleme yeni bir şevkle sarıldı:
"Geçen gün şehrimizde çıkan Rumca gazetelerden biri, 'Eskişehir önündeki bu kan deryasında, 'Doğu meselesi' denilen ayıp artık tamamiyle boğulacaktır' diyordu. Bu gazete ne doğru söylemiş. Evet, dediği çıktı, Eskişehir önündeki kan deryasında Doğu meselesi denilen ayıp tamamiyle boğuldu. Bu kutsal kıta, yüzyıllarca süren bir uykudan sonra, ta göbeğinden sarsılıyor. Bütün mazlum milletler, demirden ve çelikten zincirlerini kırıyor ve karanlık zindanlarından dışarıya boşanıyor!'
YAKUP KADRİ yazısını bitirirken, Londra'da, Hindistan İşleri Bakanı Mr. Montagu, yardımcılarını toplantıya çağırdı. Çünkü son Yunan taarruzu, İngiliz sömürgesi Hindistan'da öfkeyi doruğa çıkarmış, Türk zaferi yeni kıpırdanmalara yol açmıştı.
1920 yılının son haftası içinde, Nagpur'da toplanan Hindistan Ulusal Kongresi'nde, Gandi'nin, sömürgeci İngilizlerle her türlü işbirliğinden kaçınma önerisi görüşülmüş ve kabul edilmişti.
Gandi'nin boykot önerisinin gerekçeleri arasında, İngilizlerin Türkiye'ye adaletsiz davranması da yer almaktaydı:
"Sevr (Sevres) Antlaşması'nın başyazarı olan Lloyd George hükümetiyle işbirliğine devam etmek, Hindistanlılar için haksız ve ahıksızca bir davranıştır. Ne pahasına olursa olsun, bu şeytandan uzak durmalıyız!"
Ayrıca, 70 milyon Hindistan Müslümanının lideri ve ilerde Pakistan devletini kuracak olan Muhammet Ali Cinnah da, boykotu desteklediğini açıklayarak İngilizlerin durumunu daha zorlaştırmıştı.
Uzun süren toplantı sonunda, Sevr Antlaşması'nın Türkler lehine yumuşatılması için Dışişleri Bakanlığı'na bir muhtıra verilmesini kararlaştırdılar.14 Hindistan İngiltere'nin yumuşak karnıydı.
İSTANBUL'da iki saat önce akşam olmuştu. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Harold Rumbold, Tepebaşı'ndaki elçilik binasının ikinci katındaki şık döşenmiş odasında, Bekir Sami Bey yurtdışında oldğu için Ankara'da Dışişleri Bakanlığı'na vekâlet eden Ahmet Muhtar Mollaoğlu'nun yolladığı sert notayı okumaktaydı:
"..Barış ümidi vererek Londra'da görüşmeye çağırdığınız halde, Konstantin'e de hücum emrini verdiniz ve bizi en yalancı vaatlerle uyutmaya çalıştınız. Türk milleti ve kalben kendisiyle birlikte olan bütün Müslümanlar, Londra hükümetinin bu hareketini asla unutmayacaklar; İngiltere hükümetinin, ücretli köleleri olan Yunanlılar aracılığı ile yaptırdığı kıyım ve yıkımı, her zaman hatırlayacaklardır. Siz kadınlarımızı, çocuklarımızı önce Venizelos'un, şimdi de Konstantin'in sürülerine öldürterek, bize Batı emperyalizminin boyunduruğunu kabul ettirmeyi başaramayacaksınız vesselam!"
Rumbold, geçerli yazışma üslubuna tümden aykırı olan notanın yarattığı diplomatik dehşet içindeyken, deneyli baş tercüman ve siyasi danışman Andrew Ryan sessizce içeri girdi:
"Efendim, lütfen dışarı bakar mısınız?"
Elçiliğin pencerelerinden, Sarayburnu'ndan Eyüp'e kadar asıl İstanbul görünüyordu. Her gün bu saatlerde, karanlığa gömülmeye başlayan bezgin şehir, bugün ışıl ısıldı. Bütün minareler kandillerle donanmıştı.
İşgal altındaki İstanbul, sessiz ama çok çarpıcı bir biçimde zaferi kutlamaktaydı.
Sir Rumbold sevinçten titreyen binlerce kandile bakarak içini çekti. Türkler, topraklan üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu'nun saygınlığına ve savaş sonrası siyasetine Yunanlıları yine yenerek bir darbe daha indirmişlerdi.
İngiltere durumu düzeltecek bir hamle yapmak zorundaydı.
ERTESİ SABAH, savaşın güneydeki ikinci bölümü başladı. Güneydeki savaşı Refet Bele Paşa yönetecekti. Birinci Yunan Kolordusu'nu, iki hafta önce ele geçirdiği Dumlupınar mevziinden geri atmak gerekiyordu. Doğuya karşı savunulması kolay bir doğal mevzi olan Dumlupınar'ın Yunanlıların elinde kalması, Türkler açısından çok sakıncalıydı. Birinci Yunan Kolordusu Komutanı General Kondulis de, bir kazaya uğramadan, hızla Dumlupınar'a çekilerek bu doğal mevziyi elde tutmak istiyordu. Bu amaçla, Afyon'un doğusuna kadar ilerlemiş olan 2. Yunan Tümeni'ne, geri çekilmesi için emir verdi. Çekilme başlayınca, Afyon'un doğusunda, tetikte bekleyen Albay Fahrettin Altay'ın iki tümenli kolordusu, 7/8 Nisan akşamı, kolayca Afyon'a girdi.
Batı Cephesinden hızla güneye kaydırılan üç tümen,16 Dumlupınar'ın 12 km. kuzeyindeki Altıntaş'ta toplanmış, iki süvari tümeni de İnönü'den Kütahya'ya ulaşmıştı. Refet Paşa, bu durumdan yararlanarak, Birinci Yunan Kolordusu'nu, ertesi sabah, bir meydan savaşına zorlamaya karar verdi.
Kaynakça
Kitap: Şu Çılgın Türkler
Yazar: Turgut Özakman