TEŞKİLAT-I MAHSUSA (1914): OSMANLI CASUSLARIN AÇIK PAZARIYDI
Osmanlı, Avrupa'da gelişen gizli servis ağının ve bunun savaşlar ile ticaretteki etkisinin farkında dahi olmadan yaşamış, bütün bunların dışında kalmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak ülkesini casusların açık pazarı haline dönüştürmüştür.
Osmanlı Devleti, batılı mutlak monarşiler gibi homojen bir ulusa ve gelişen bir pazara dayanan merkeziyetçi devlet değildir. Bu yüzden Osmanlılar 19. yüzyıl ortalarına kadar gizli bir haberalma örgütüne sahip olamamışlar ve klasik muhbirliklerle yetinmişlerdir. Osmanlılar, istihbarat servisine en güçlü olduğu 16 yüzyıl da bile gerek duymamışlardır. Ekonomilerini de hep başka ülkelerin mal haretlerine ve yönlendirmelerine açık tuttukları için , ekonomik casuslukla da hiç alakaları olmamıştır. Onlar hep casus kurbanı olarak kalmışlardır. Ancak Osmanlılar'da ve onlardan önce de diğer Türk boylarındaki yazılı kaynaklarda, yöneticilerin sürekli olarak casusluk faaliyetlerine karşı uyarıldıklarını görülmektedir. Türkler tehlikeyi görmüş, ama önlemini alamamışlardır.
Osmanlılar'da bir çeşit yönetim bilimi ilkelerini teşkil eden "Siyasetnameler" de sık sık casusluğun önemini belirtmişlerdir. Örneğin Nizamülmülk'ün Siyasetname'sinde " Her tarafa tacir, seyyah, sufi, ilaç satan ziy kıyafetinde daima casuslar gitmeli ve ne işitirlerse haber getirmelidir...Çok vakit olur ki valile, mukataa erbabı, memurin ve ümera isyan ve muhalefete meyleder ve padişah hakkında fenalık ister ve sufi fikirde bulunur. Casus gelip haber verince, heman padişah atına biner ve askerini sevkeder" denmiştir.
Türklerin Orta Asya'da Çin ile ilişkilerinde, daha sonra Araplarla ve son olarak da kendilerini derinden etkileyen Bizans ve İran kültürleriyle girdikleri etkileşimde, casusluğun önemini kavrayan aydın ve yöneticileri zaman zaman görülmüştür. Ancak bunlar hiç bir devrede casusluk faaliyetlerini kurumlaştıra-mamışlardır.
Osmanlılar da istihbaratçılığı dış ve iç hedefli olmak üzere iki düzeyde kullanmışlardır.Osmanlı yükseliş çağında yabancı ülkelerle ilgili bilgileri genelikle Hıristiyan ve Yahudi cemaatler arasından çıkan kimseler sağlamıştır. Batılı ülkeler de özellikle ticari ilişkilerinde ya da taht kavgalarında Osmanlı'ya düşmanları ile ilgili bilgiler aktarmışlardır. Ancak bunlar casusluk teşkilatları aracılığıyla olmamıştır. Örneğin Fransa ile Osmanlı'nın Kanuni dönemindeki ilişkileri bu çerçevededir. Ortadaki tablo kraldan, krala düşmana karşı ittifak amacıyla ulaştıralan haberlerden oluşmaktadır. F. Babinger, Fatih Sultan Mehmed ile ilgili biyografisinde Sultan'ın sarayına davet ettiği İtalyan sanatkarlardan zaman zaman istihbarat amacıyla yararlandığını yazmaktadır. Ancak nedense o dönemde bile Osmanlı'nın en iyi padişah ve yönetici kadroları yurtdışında elçilik açmayı düşünmemişlerdir.
OSMANLI'YI İÇTEN VURAN KADIN: ROXELANE
Osmanlı yükseliş döneminde sağladığı bu bilgileri daha sonra sağlayamamıştır. Bir zamanlar içinden yetiştirdiği Hırıstiyan ve Yahudi "Martolos"ları ise, daha sonra düşmanlarının ele geçirdiği ve kullandığı görülmektedir.
Prof. Dr. Taner Timur bu döneme ilişkin değerlendirmesinde Osmanlı'nın neden geri kaldığını şöyle yorumlamaktadır:
"Dış ülkelerle istihbarat konusunda Batı ile Osmanlı Devleti'ni karşılaştırırken önemli bir noktayı gözden uzak tutmamak gerekiyor. Toplumsal bilimler ilerledikçe ve çeşitli ülkeler arasındaki temas olanakları arttıkça, yabancı memleketlerle ilgili istihbaratın büyük bir kısmı legal yollarla toplanmaya başlamış ve casusluk başka yollarla edinilemeyen, sır teşkil eden bilgilere dayandırılmıştır. Örneğin yasal alanda, batılıların Osmanlı toplumu ile ilgili olarak kaleme aldıkları yüzlerce "Seyahatnameleri" düşünelim. Aslında misyoner, tüccar, asker, maceraperest gibi çeşitli kimseler tarafından yazılan bu seyahatnameler, kısmen birer istihbarat raporu gibi kaleme alınmışlardır. Bunların bir çoğu prenslere ithaf olunmuş olup, içlerinde planlar, askeri ve stratejik bilgiler ihtiva edenler de az değildir. Hatta bunlardan Türklere karşı bir savaş planı ile bitenler vardır. Ayrıca bu gibi geçici misyonlar dışında, batılılar 16. yüzyılın ortalarından itibaren İstanbul'da devamlı diplomatik temsilcilikler kurarak, istihbaratı kurumsallaştırmışlardır. Osmanlılar ise ilkel ve bağnaz bir inatla, Batıda olup bitenleri küçümsemişlerdir. 19. yüzyıla kadar Batıda devamlı elçilikler kuramamışlardır. Fransız düşünürü Voltaire, 12. Charles adlı eserinde , Osmanlı Devleti'nin kendini beğenmişlik içinde Batıya temsilci göndermediğini bu yüzden dış politikasının tam bir cehalet içinde olduğunu yazar. Oysa daha 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı sarayı ile ilgili ayrıntılı dedikodular ve bilgiler Batı gazetelerinde haber olarak çıkmaktadır. Osmanlılar Batı ile ilgili olan bu bilgisizliklerinin acısını, özellikle gerileme devrinde çekmişlerdir. Bu dönemde İstanbul'da büyük devletlerin elçilikleri, dragomanları, ticari ve askeri uzmanları ve yerli ajanları ile birlikte birer iktidar mihrakı haline gelmiş 'Şark Meselesi' adı altında asıl siyasi mücadele bunlar arasında geçmeye başlamıştır. Burada Türkiye'de egemen tarih görüşünde hala süregelen bir yanlışın altını çizmek isterim. Osmanlılar askeri alanda başarısızlıklara uğramaya başlayınca, batılı devletler askeri uzmanlar göndermeye ve bu alanda reformlara öncülük etmeye başlamışlardır.
Gerçekten Baron de Tott, Moltke gibi subaylarından Osmanlı ordusunda Batılı askeri eğitim açısından yararlı oldukları doğrudur. Ancak unutmamak gerekir ki bu subaylar aynı zamanda diplomat olarak ikili bir işleve sahiptiler. Amaçları Osmanlı ordusunun savaş yeteneğini arttırmak; fakat aynı zamanda kendi ülkelerinin ulusal çıkarları yönünde kullanmaktı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı ordusunu baş düşman olarak görmüş Avrupalı uluslar, neden şimdi onu güçlendirmeye çalışacaklardı? " Osmanlı sarayında Kanuni döneminde en etkili kişiler arasında Fransa ve Venedik elçileri sayılmaktadır. Bu elçiler rüşvet ile olmazsa sarayda kendilerini destekleyen ve Hürrem Sultan olarak bilinen Roxelane (Polonya asıllı fakir bir papazın kızıydı) önce esir, sonra cariye, daha sonra Sultan olmayı başaran bu kadın aracılığıyla, Kanuni'ye ulaşmayı başarmışlardır.
O dönem içinde elçilerin ülkelerine gönderdikleri mektuplardan, Osmanlı ordusu ve toplum yaşamı ile, Osmanlı'yı oluşturan toplum mozaiği üzerine en ince ayrıntısına kadar her türlü bilgiyi bulmak mümkündür. Bu elçiler ordu ile birlikte savaşlara dahi götürülüp, Osmanlı savaş sistemi onlara tanıtılmıştır. O dönemin Fransız Kralı Ferdinand'ın elçisi Busbecq mektuplarında saray dedikodularının yanı sıra Kanuni Sultan Süleyman'ın oğullarından Mustafa'yı da çok yakından izlediğini belirtmektedir. Mustafa'nın tahta geçmesinden çekinen Avrupa, elçinin bir mektubunda Kanuni'nin öz oğlu Mustafa'yı ve çocukları ile eşlerini nasıl boğdurttuğunu öğrenince sevinmiştir. Kanuni'nin Mustafa'yı nasıl gözlerinin önünde kementçilerine boğdurduğunun detaylı anlatımı yine bu mektuplarda yeralmıştır. Kanuni'ye bunları yaptıran ise Osmanlı'da rüşveti tırmandırıp, özellikle eğitim sisteminin çökmesinde ilk kayırmacılıkları başlatan, bugünkü tanımıyla bir "Köstebek"; yani içerdeki çökertici gibi çalışan Hürrem Sultan, ya da diğer adıyla Roxelane'dır.
HAFİYELER KELLE AVINDA
Osmanlı idaresi, zaman içinde gövdesindeki kurt misali, devlet yönetimindeki casusların da farkına varır. Ancak artık güç onların elindedir. Sistem onlar için üretmekte ve yok etmektedir.
Bu çevrelerin de desteği ile iktidar olan Mustafa Reşid Paşa acı da olsa şunları söyler:
- "Bir vezir memleketin iyiliği için çalıştığı vakit, yabancı ajanlar ustalıkla onun rakiplerinin etrafını sarıyor. Bir yandan kıskançlıklarını tahrik ederek, öte yandan da Sultan nezninde bir sürü entrika ile ruhunda bin türlü şüphe yaratıyorlar idi."
Osmanlı'da iç istihbarat ise kötü bir dedikodu ve gammazcılık ağıyla bütün devleti, hatta halkı sarmalamıştır. 4. Murat, Köprülü Mehmed Paşa, 2. Mahmud, 2. Abdülhamid, Nakl-i Kelam olarak adlandırılan muhbirciliği ve muhbirleri en çok kullanan yöneticiler olmuşlardır. Osmanlı'da aşağılanan bu hafiyecilik türü çok yaygın olarak kullanılmıştır. Bir de Osmanlı'da tarih içinde sayısız örneği gözlenen kışkırtıcı ajan ve provakatörler, yöneticilerin iktidar kavgalarının en önemli kozları olmuşlardır. 2. Abdülhamit haber almada çokça da tarikat şeyh ve dervişlerini kullanmıştır. Özelikle Sufi Şeyhler Abdülhamit için birer casus gibi hizmet etmişler, bölgelerinde ne olup bitiğini Yıldız Sarayına aktarmışlardır. Nakşi tarikatı bu amaçla çokça kullanılmıştır. Osmanlı da önceleri kötü bir Fransız kopyası olan istihbarat çalışmaları, daha sonra Almanlaştırılmaya çalışılır. Bunun için Alman uzmanlar da getirtilir.
Bakın Osmanlı istihbarat sistemi üzerine Alman uzman Von der Goltz neler diyor:
"Türkiye casusluğun klasik bir yurdudur. Sultanlar hakimiyetlerini muhafaza edebilmek için hafiyeliğe büyük önem vermişlerdir. Hafiyelik Abdülhamit döneminde son noktasına ulaşmıştır. Bu düşünüş ta Bizans'tan kalma bir zandır. Bütün yüksek memurların yanında yaver, muavin, katip gibi gözcüler bulunurdu. Abdülhamit kendi ailesinin arasına bile casuslar ve hafiyeler sokmuştu. Devletin en yüksek memuru adi bir hafiyenin vereceği jurnalden korkardı. Abdülhamit'in bu hafiye veya casus teşkilatı sadece kendi halkı aleyhine işliyor, Türkiye ile harbedecek devletlerin sınırlarında çalışmak akla bile gelmiyordu. Halbuki yabancı casuslar, içerde ve dışarda serbestçe , hiç durmadan ve hummalı bir surette çalışıyorlardı. Avrupa "Hasta Adam" ın mirasını bölüşmek için gayret sarfediyordu. Başta Rusya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her devlet istihbarat hizmetleri vasıtasıyla İstanbul'a gerek Türkiye'nin içindeki vaziyeti, gerek Avrupalı rakiplerin çalışması hakkında bilgi almaya çalışıyordu. Türkiye'de azınlıklar Türklere düşman oldukları için Birinci Dünya Savaşı sırasında itilaf devletleri kendi tabanlarından casus kullanmaya lüzum görmediler. Zira Türkiye'deki Ermeni, Rum, Yahudilerden gönüllü casus bulmak kolaydı."
19. yüzyılda Osmanlı artık bağımsızlığını yitirmek üzeredir. Saray dahil her devlet kademesinde casusların etkinliği tartışmasızdır. OSMANLI'YA İLK GİZLİ SERVİSİ İNGİLİZLER KURDURDU Osmanlı'da ilk gizli polis teşkilatı da tam bu sıralarda bir yabancı elçinin girişimiyle, hatta dayatmasıyla kurulmuş ve başına da bir yabancı getirilmiştir.
Bu konuda 1891 yılında Sultan 2. Abdülhamit tarafından hazırlatılan, yazarı konusunda net bir bilgi bulunmayan, 51 sayfalık bir kitapcık bulunmaktadır. Fransız Ulusal Kütüphasnesinde kıymetli kitaplar bölümde halen 2 nüshası saklanan kitapcık, Osmanlı gizli polisinin öyküsünü anlatmaktadır. Bu kitabın Sultan Abdülhamit'in özel doktoru Mavroyani Paşa tarafından yazıldığı da iddia edilmiştir. Mavroyani'nin de Osmanlı sarayındaki çift taraflı ajan olarak görev yapan diğer doktorlardan biri olduğu ortadadır. Yazandan çok kitabı Fransız Ulusal Kütüphanesine gönderen kişinin Mavroyani olduğu da belirtilmektedir. Osmanlı Sarayı, tarihi boyunca bu ajan doktorların cirit attığı ve şüpheli ölümlere yolaçtıkları bir casus kazanı olmuştur.
Kitap 2. Abdülhamit 'in isteğiyle hazırlandıktan sonra yine Sultanın isteğiyle toplatılmış ve yokedilmiştir.
Kitaba göre Osmanlı gizli örgütü İngiliz Elçisi Startford Canning'in telkinleri üzerine kurulmuştur. Mustafa Reşit Paşa tarafından kuruluşu kabul edilen teşkilat için, önce Batılı ülkelerin teşkilatları incelenmeye alınmıştır.
Napolyon'un gizli servisini kuran ve eski bir sabıkalı olan Vidocq tecrübesinin üzerinde durulur. Bu konuda Paris'deki Türk elçisinin hazırladığı kalınca bir rapor incelenir. Teşkilatın başına da bir Rum getirilir. Bu Rum, Rus Çariçe'sinin elmaslarını da çalmayı başaran Civinis Efendi'dir. Civinis kah imam, kah zengin bir batılı ama hep sahtekar olarak Anadolu'da dolaşmış durmuştur. Mustafa Reşit Paşa'yı da etkilemeyi başarınca, Albay rütbesi ile Osmanlı Gizli Polis Teşkilatı'nın başına getirilmiştir. Buradan da emekli olmuştur. Osmanlı Sarayı'nın İngiliz elçinin iseğiyle kurduğu, başına bir Rum'u (büyük olasılık çift taraflı ajandı) getirdiği bu ilk gizli polis teşkilatı, çalışmalarında öncelikle üst düzey yöneticileri ve onların ilişkileriyle özel yaşamlarını çok sıkı bir şekilde gözaltında tutmuştur. Haremden, sokağa her yerde özel hayatlara ilişkin bilgiler toplanmış ve bunlar adam yoketmede siyasi amaçlarla kullanılmıştır. Osmanlı devlet adamlarının birbirlerinin özel hayatlarına ilişkin dedikodu yazılarını kahkahalarla okumaları bir anlamda bu teşkilatın da sonu olur. Osmanlı bürokrasisi başına geleni geç de olsa anlamış ve özel yaşamına sahip çıkmıştır. Örgüt kapatılır.
GİZLİ SERVİSİNİN BAŞI OSMANLI'YI NASIL SATTI
1863 yılında çalışmalarına yeniden başlamasına yine yabancı baskısıyla izin verilir. Bu sefer de örgütün başına büyük bir Katolik Ermeni grubunun isteği üzerine, Dniester kıyılarında doğmuş olan Baron C,(Baron'un adı kaynaklarda böyle belirtiliyor) getirilir. Ancak örgüt Osmanlı içinde adeta bir hançerdir.
Sahibini durmadan vuran bir hançer. Bakın Baron C...., nasıl örgüt yönetir ve neden işinden olur:
Baron C... , yabancı bir elçiye, elde ettiği bir anlaşma taslağının kopyasını yüksek bir fiyatla satar. Taslağa göre Osmanlılar elçinin ülkesine karşı bir başka ülke ile birlikte saldırı planları yapmaktadırlar. Taslağı elde eden elçi çok sinirli bir şekilde Sadrazam Ali Paşa'nın yanına çıkar.
Ali Paşa taslağı görünce çekmecesinden bir başka taslak çıkartır. Viyana'daki Türk büyükelçisinin çok para ödeyerek elde ettiği bu taslağa göreyse elçinin ülkesi Osmanlı'ya karşı bir taksim anlaşması imzalamış bulunmaktadır. Sonuçta taslaklar karşılaştırılınca her ikisinin de Osmanlı gizli servisinin başındaki Baron C... ' nin kaleminden çıktığı anlaşılır. Ali Paşa sinirlenir, ancak elçi tutum değiştirip kendisine taslağı satan Osmanlı Gizli Polis Şefi'nin terfisini bile ister. Elçinin bastırması sonucu Baron C işini korur. Ama daha sonra başının altından çıkan bir başka olay nedeniyle kovulur. Baron C Osmanlı'nın sırtından kazandığı yüklüce bir servet ile Anadolu topraklarını kazasız belasız terkeder.
Evet Osmanlı İmparatorluğu artık tarih olmak üzeredir. Bu gizli polis teşkilatı macerası bunun delillerinden sadece bir küçük örnektir. Bu dönem Osmanlı sosyal yaşamı, siyasi etkinliği ve en önemlisi ekonomisyle artık bir hasta adamdır.
1535 Şubatında ilk defa Osmanlı'nın yakın ilişkiler içinde bulunduğu Fransa Kralı 1. François'e tanınan Kapütülasyonlar, daha sonra 1579 'da İngilizlere, 1615 da Avusturyalılara, 1680 de Hollandalılara, 1737'de İsveç, 1740 da Sicilya, 1746 da Danimarka, 1761'de Prusya, 1728'de İspanya, 1783'de Rusya, 1823'de Sardinya, 1830'da Amerika Birleşik Devletleri, 1838'de Belçika, 1843'de Portekiz, 1855'de Yunanistan, 1858'de Brezilya, 1870'de Bavyera'ya da tanınmış ve Türk ekonomisi bir büyük pazar haline gelmiştir. Bu ayrıcalıklar kaldırılmak istenmesine karşın bu ülkelerin baskısıyla bir türlü bu gerçekleştirilememiş ve Türk ekonomisi adım adım sömürgeleştirilme yolunda ilerlenmiştir. Bu ayrıcalıkların kaldırılışı ancak Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla, Sait Halim Paşa Hükümeti'nin aldığı 13 Ekim 1914 tarihli ve epey gürültü koparan bir karar ile mümkün olabilmiştir.
OSMANLI'NIN GAMMAZCILARI YIKILIŞI GÖREMİYOR
Osmanlı kendisine yönelik kararları bile alamamaktadır. İttihatçıların izlemeye çalıştıkları Milli İktisat Politikası yabancılarca, "düşmanlık" olarak adlandırılmış ve baltalanmıştır.
Osmanlı Devleti'nin 1875 tarihinde ilan edilen borç tutarı 5 milyar 297 milyon 676 bin 500 Fransız Frangıdır. Bu borçların faiz tutarı da 299 milyon 069 bin Fransız Frangıdır. Devletin bu dönem içindeki geliri ise 380 milyon Fransız Frangı olmuştur. Yani Osmanlı maliyesi iflas etmiştir. 20 Aralık 1881 Muharrem Kararnamesi ile Düyunu Umumiye İdaresi kurulmuştur. Bu kurum içinde sadece bir Osmanlı memurunun danışman statüsüyle bulunduğunu, geri kalan çalışanların yabancı uyruklu olduğunu gözönüne alırsak, ve bu kurumun Osmanlı'nın borçlarını ödemek üzere tümüyle kendi emrine verilen devlet vergilerini, gümrük resimlerini toplama hakkına sahip olduğunu belirtirsek, Osmanlı'nın içinde bulunduğu tablo daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
İnsan yaşamında olduğu gibi, tarihte de kaybedilmiş zamanların ağlama veya suçlu yaratma ile yeniden yaşanır kılındığı hiç görülmemiştir. 19 yüzyılın sonlarında Osmanlı İmparatorluğu süper güç olma olanaklarını artık yitirmiştir. Ekonomisi, bilimi, teknolojisi, sosyal yaşamı, eğitimi ve sistemininin herşeyi olan askeri gücü çökmüştür. Osmanlı yönetimi geçmişinin görkeminin hayaliyle avunmakta, dününe bakıp günü için suçlular yaratmaya çalışmaktadır. Oysa çok zamandır dünyanın yeni güç merkezleri Avrupa ve Amerikadır. Avurapa'da Almanya giderek öne çıkma arayışlarındadır. Osmanlı İmparatorluğu ise her gün yeni bir milliyetçilik dalgasıyla sarsılmakta, bir cephede Bulgarlar, Yunanlılar, Arnavutlar, Karadağlılar, Sırplar, diğer cephelerde Araplar ile mücadele etmektedir. Padişah 2. Abdülhamit 'in başlattığı, yabancı güçlerce körüklenen, sürdürülen ve bir insan avına dönüşen "gammazcılık istibdadı" hiç bir muhalif fikir hareketinin yaşamasına olanak vermemektedir. Ancak toplumda arayışlar sürmektedir. 1906 yılına gelindiğinde ülkede en önemli siyasi oluşumlardan biri İttihat ve Terakki'dir. Tıp Okulu öğrencilerinin 1889 da küçük bir hücre olarak 5 kişiyle kurdukları " İttihatı Osmani Cemiyeti " Harb Okulu, Mülkiye gibi eğitim kurumlarından öğrencilerinin katılımı ile büyümektedir. Pariste Genç Türkler hareketince oluşturulan ve liderliğini Ahmet Rıza Bey''in yaptığı cemiyet de İttihatcılarla birleşir.
Yeni ad:
"Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti" olur. Bu cemiyete 1906'da çoğunluğunu Selanik'de bulunan subayların oluşturduğu örgütler katılır.
Bütün bu birleşmeler, adını daha sonra bir döneme damgasını vuracak parti olan " İttihat ve Terakki Cemiyeti" ni ( Birlik ve ilerleme) ortaya çıkara caktır.
Tam bu sıralarda İngiltere Kralı 7. Edward ile Rus Çarı 2. Nikolay Estonya'da, Reval'de buluşarak, Makedonya sorunuyla ilgili kararlar alırlar. Aldıkları kararların bir giz perdesiyle örtülmesi, İttihat ve Terakki liderlerini bu konuda çeşitli spekülasyonları düşünmeye iter. Onlara göre bu buluşma Osmanlı'nın parçalanması ve paylaşılması içindir. Padişah bu olaylara seyircidir ama İttihat ve Terakki seyirci kalmamalı bir an önce harekete geçmelidir.
Bu tartışmalar sırasında 1. Meşrutiyetin getirdiği bütün hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran 2. Abülhamit'e karşı, yeni bir hak ve özgürlükler hareketi başlatılması kararlaştırılır. İttihat ve Terakki'nin subaylarından Resneli Kolağası yani Ön Yüzbaşı Niyazi yanına aldığı adamlarıyla birlikte dağa çıkar. Abdülhamit'e " Hürriyet ilan edilinceye kadar silahlarını ellerinden bırakmayacaklarını" bildirir. İsyan bayrağı açılmıştır.
ENVER DİYE BİR ADAM
Abdülhamit bunun üzerine kendisini destekleyen komutanları Rumeli'ne göndererek, buraların kontrol altında tutulmasını sağlamaya çalışır. Ama bu çaba İttihat ve Terakki yanlısı subaylarla, saray yanlılarının çarpışmalarına dönüşür. Yaşanan şey bir nevi iç savaştır.
İttihat ve Terakki yanlıları bütün Rumeli'de bildiriler dağıtırlar, Manastır sokaklarını afişlerler, saraya telgraflar yağdırırlar:
"Hürriyet isteriz" diye.
İttihatçılar 2. Meşrutiyetin bir an önce ilanını ve yürürlüğe girecek Anayasa'da, özellikle ayrılıkçı şiddeti giderek arttıran Hıristiyan tebayı rahatlatacak önlemlerin alınmasında diretirler. Onlar ne kadar çok hak ve özgürlük verilirse, ayrılıkcılığın önü o kadar alınabilir, Osmanlı'nın dağılmasının önüne geçilebilir diye düşünmektedirler. Bu sırada ayaklanan Arnavutlar da bu baskıların ve uzun mücadelelerinin sonucu toprak kazanmışlardır. Osmanlı'ya karşı yürüttükleri gizli servis çalışmaları da çok ünlüdür.
Bu arada padişah ile İttihat ve Terakki yanlıları arasında süren çatışmalarda, Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey yaralanır. Birinci Ferik, yani korgeneral Şemsi Paşa öldürülür. Müşir Tatar Osman Paşa dağa kaldırılır. Rumeli, Paris'e kadar uzanan yeni Türk hareketinin merkezi olmuştur; adeta bir kaynar kazandır. Abdülhamit kararsızdır. İttihat ve Terakki sabırsızdır.
İşte tam bu sırada Makedonya ve Rumeli' de dağlarda hiç durmaksızın ayrılıkçı çetelerle çarpışan Enver Bey, tarihteki diğer adıyla Enver Paşa, yanındaki arkadaşlarıyla birlikte İttihat ve Terakki'nin dağlardaki isyancı gruplarına katılır. Kendisi 1906'da Binbaşıyken İttihat ve Terakki ile birleşen ve Selanik'de gizlice kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetine girmiştir. İttihat ve Terakki içinde adeta bir kuyruklu yıldız gibi parlayan Enver Paşa, özellikle çete-gerilla savaşında uzmanlaşmıştır. Bölgedeki hemen bütün milletlerin dilini konuşabilen bu genç adam, yenilgiyle sonuçlanacak Osmanlı tarihinin akışını, ya da kendi kaderini değiştirme çabalarına burada başlamıştır.
İttihat ve Terakkiciler önce 23 Temmuz 1908' de 2. Meşrutiyeti, yani 2. Anayasanın ilanını sağlarlar. Daha sonra da içten içe çürümüş ve çökmüş imparatorluğun idaresini ellerine alarak, yeni bir şans ararlar. Ama nafile. Kaybedilen zamanlar, hayali sevmeyen tarih, yenilgiyi onların kaderi yapmıştır.
Tarihte, maceraperesttiler suçlamasıyla karşı karşıya kalırlar. Oysa Birinci Dünya Savaşı'na girmelerinin macera ile bir alakası yoktur. Osmanlı'nın etrafını saran ateş çemberini yarıp çıkmak için atılmışlardır savaşın göbeğine. Daha çok idealisttirler, hayalleri ve dünyayı değiştireceğine inandıkları yürekleri vardır. Ama onlardan yana olmayan zamanı tersine çevirmeyi hiç bir zaman başaramamışlardır. Hele 41 yıllık kısa yaşam serüveninde Enver Paşa hiç bir zaman hayallerini gerçekleştirememiştir. Onlara yaklaştığını sandığı zamanlarda aslında daha da uzaklaşır. Ondan geriye şanlı bir ad, dramatik bir ölüm öyküsü ve temellerini attığı istihbarat örgütünün yapısı kalır. İttihat ve Terakki ile Enver Paşa, 1909 dan 1918'e kadar olan yönetim serüveninde modern anlamda ilk Türk gizli servisini de kurmuşlardır. Türk tarihinde, çağdaş anlamdaki istihbarat çalışmalarına en fazla önemi veren yönetim, İttihat ve Terakki olmuştur. Amaç dağılan, kum gibi parmakların arasından akıp giden Osmanlı toprağına ve devletine sahip çıkabilmektir. Bu konudaki ilk harcı İttihat ve Terakki'nin üç paşasından Enver, Cemal ve Talat Paşalardan, Enver Paşa atmıştır. 22 Kasım 1881 de İstanbul'da doğan ve 1922 de Türkistan'da Sovyet Kızılordusu'na karşı savaşarak ölen Enver Paşa, yaşamı boyunca örgütçü kimliğini hep korumuştur. Her bulunduğu yerde kendisini de içine alan bir örgütlenmenin önderi olmuştur.
İşte bu örgütlerden biri bugünkü Türk istihbarat örgütü MİT'in de köklerinin bulunduğu "Teşkilat-ı Mahsusa"dır. Ve bu örgüt ulusal bir kimlik taşır. Ülkenin dinamik unsurlarının birleşmesiyle ortaya çıkar. Teşkilat-ı Mahsusa'nın doğuş günleri tıpkı diğer ulusların ağır bunalımlı dönemlerinde ortaya çıkan, düşmana karşı direniş örgütlerinin yapılanmalarını anımsatmaktadır.
GİZLİ SERVİS MERİÇ'İN ÖTE YAKASINDA
Önceleri Enver Paşa'nın , sonra İttihat ve Terakki'nin, daha sonra da son Osmanlı yönetiminin devlet istihbarat servisi olarak çalışan Teşkilat-ı Mahsusa, 1919'dan sonra başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne uzanan yolda, adlar değiştirerek günümüz Türk istihbarat geleneğinin temelini atmıştır. Teşkilat-ı Mahsusa ilk olarak 1909'lar da şekillenmiştir. Çekirdek anlamdaki Teşkilat-ı Mahsusa 1911' de Bingazi'de Enver Paşa komutasında bağımsız birliklerle İtalyanlara karşı başarı göstermiştir. İstanbul'a kahraman olarak dönen Enver Paşa 1. Balkan Savaşı yenilgisinin ardından, Çatalca Savaşı'nda da başarısını tekrarlamıştır. Bu sırada İstanbul'da herkes kentin Bulgarların eline düşmesinden korkmaktadır. Korkulan olmamıştır. Bulgar dağlarından gelen tecrübe ve iç siyasi dengelerin kısmen yerine oturması, bu sırada Balkanlarda başgösteren iç hesaplaşmalar , İstanbul kapılarına dayanan Bulgarların Çatalca savunma ve saldırı savaşları sonucu sökülüp atılmasını sağlamıştır.
Bu savaşta Teşkilat-ı Mahsusa da aktif bir şekilde rol oynamıştır. Teşkilat-ı Mahsusa İttihat ve Terakki ile birlikte devletin içinde ve savaşın göbeğindedir. Başında da Enver Paşa'nın dostu olan ve çete savaşlarının uzmanı sayılan Süleyman Askeri Bey vardır. Tarihte adından yazılı kayıtlarda çok az bahsedilen Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili bu ilk eylem bilgisi, o dönemi anılarında anlatan İttihat ve Terakki'nin üç paşasından biri olan, Cemal Paşa'ya aittir. Teşkilat-ı Mahsusa konusunda en fazla bilgi sahibi olanlardan Cemal Paşa, bu konuda diğer ittihatçılar gibi, nedense anılarında bile çok ketum davranmıştır. Ancak gizli teşkilatın hakkını vermeyi de ihmal etmemiştir. Bu tutum daha sonraları Türk gizli servislerinin en büyük başağrısını oluşturacak hastalığın, yani gizliliği ikinci plana atma sorununun, Teşkilat-ı Mahsusa içinde halledildiğinin bir örneği sayılsa gerektir.
Paşa hatıralarının 63. sayfasında 1912 yılının sonları ile 1913'ün başlarında yaşanan Balkan Harbi'ni ve bunda Teşkilat-ı Mahsusa'nın başarılarını şöyle dile getirmektedir:
"Ordunun Edirne üstüne hareketi sırasında hükümetçe neşrolunan beyannamede, ordumuzun Meriç nehrini katiyen geçmeyeceği açıkça taahhüt edilmişse de, o zaman ordu zihniyetinin ruhu olan bazı kimseler bu taahhüdün isabetsizliğini dikkat nazarına alarak hükümete bağlı olmayan yarı resmi bir Teşkilat-ı Mahsusa (Hususi Teşkilat)'nın Meriç nehrinin öte tarafında kendi istediği gibi hareket etmesine gözyummak esasını Başkumandanlığa ve Hükümete kabul ettirdiler.Ve bu Teşkilat-ı Mahsusa akıllı ve süratli bir hareketle Mesta Karasuyu Vadisine kadar bütün Batı Trakya'yı işgale muvaffak oldu. Garbi Trakya kıtası Edirne vilayetinin Ortaköy ve Karacaali kazalarıyla bütün Dedeağaç ve Gümülcine sancaklarını ve nüfusun yüzde 95'i İslamlardan terekküb eden mühim bir bölgedir.Bu kıtayı işgal eden Teşkilat-ı Mahsusanın başında şehit Süleyman Askeri Bey bulunuyor ve Çerkes Yüzbaşısı Reşit ve İzmir'li Eşref ve Kardeşi Sami ve yine yüzbaşı Fehmi Bey'lerle daha bazı zevat asli erkanını teşkil ediyorlardı."
Evet, Teşkilat-ı Mahsusa tarih kitaplarında bulunmayan, anlatılmayan küçük vurkaç eylemlerinin ardından, böylesine büyük bir eylemi başarıyla gerçekleştirebilmiştir. Bulgarların işgaline uğrayan bu bölgede 15 Ağustos 1913'de Kuşçubaşı Eşref ile Süleyman Askeri komutasında başlatılan direniş ve saldırı faaliyeti, 15 gün gibi kısa bir sürede ekibin istihbarattaki başarısı sayesinde sonuçlandırılır. Çünkü başındaki komutanların hepsi, özellikle Enver Paşa ve Süleyman Askeri bölge siyasetini, ekonomisini ve özellikle dil ve coğrafyasını çok iyi bilmektedirler.
Batı Trakya'da Bulgar işgaline karşı mücadele eden Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu şöyle oluşmaktadır:
Kuşçubaşı Eşref (Sencer), Binbaşı Süleyman Askeri, Yüzbaşılar; Kısıklı Cemil( Irak'da şehit düştü), İlyas Seçkin ( Sonra General), Fahri ( Şehit oldu),Akkalı Kasım, Beşiktaşlı Ekrem, İhsan Eryavuz, Çolak İbrahim, Kısıklılı Ali Rıza, Hilmi, Üsteğmenler; Manastırlı Halim (Irak'da şehit düştü), Fuat Balkan ( sonra Yüzbaşı), İskeçeli Arif, Fahri, Şehreminli Sadık, Ömer Lütfü Suman, Teğmenler; Beykozlu Reşat, Nişantaşılı Sıtkı ( Şehit oldu), Filibeli Halim Cevad, Beykozlu Hasan, Tahsin, Refik, Besim, sivil istihbaratçılar; Manastırlı Hüsrev Sami, Hacı Sami ( Kuşçubaşı Eşref'in kardeşi), Çerkes Reşid ( Çerkes Etem'in kadeşi), Çakır Efe, Sabancalı Hakkı, Tatar Hasan, Karakaş İbrahim, Silahçı Hüseyin, Karagümrüklü Etem Nuri, Cihangiroğlu İbrahim ( Kafkasyalı), Giritli İsmail Kaptan, Mamaka Mustafa Kaptan, Said Kaptan.
TEŞKİLAT-I MAHSUSA DEVLET KURDU
Teşkilat-ı Mahsusa'nın bir anda ortaya çıkıp böylesine önemli bir harekatı gerçekleştirmesi mümkün olamayacağına göre, ilk şekillenmesinin ve bir gizli servis haline gelmesinin hazırlıklarının 1909 dan önceye gitmesi gerekmektedir. Gerçi ordu içindeki bir hareket olarak gelişmesi, organizasyonunu hızlandırıcı bir etken olmuştur. Ancak bazı kaynaklar 1903- 1907 yıllarından itibaren bazı örgütlenmelerin yapıldığını dile getirmektedir. Çünkü böylesine bir gizli servisin oluşturulması için en az bir iki yıllık zaman gerekmektedir. Bu örgütlenmeden önce gerek istihbarat açısından devlet içinde, gerekse dışında bağımsız muhalif unsurlar olarak-burada kastedilen rejim muhalifi gruplardır- bir takım grupların varlığı muhakkaktır. Ancak bunların hiçbirisinin yeterliliği ve gücü Teşkilat-ı Mahsusa ile bir karşılaştırma kabul etmeyecek düzeydedir. Teşkilat-ı Mahsusa bir güç merkezidir. O, diğerlerini de içinde eritmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa Meriç Nehrinin ötesindeki bu eyleminde sadece toprak kurtarmakla kalmamıştır. İşinde usta olan her gizli servisin yapacağını yapmış ve aldığı topraklar üzerinde bir de geçici hükümet kurdurmuştur. Evet yanlış okumadınız, işgal edilen topraklar üzerinde 31 Ağustos 1913 tarihinde Anadolu'nun ilk Türk Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu daha sonra araştırmacıların ortaya çıkardığı Kars ve civarındaki 1918 yılında kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyeti oluşumundan daha da öncelere rastlamaktadır. Ve bu oluşumun bir gizli servis tarafından gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Anadolu'nun kurtarılması ve Mustafa Kemal ile arkadaşlarının Ankara merkezli Türkiye Cumhuriyet'ini ilan etmeleri ise çok çok sonraları gerçekleşecektir. Süleyman Askeri Bey bölgenin İslam halkından ileri gelenleri Enver Paşa'nın çabalarıyla Gümülcine de bir genel kongreye davet etmiştir. Bundan önce kurulan "Muhacirin Müdüriyeti İdaresi"nin başına da Süleyman Askeri getirilerek bu tür hareketleri rahatça yapabilmesi sağlanmıştır. Gümülcine'de Süleyman Askeri "BATI TRAKYA MUHTAR TÜRK CUMHURİYETİ' nin ve Batı Trakya Muvaffak İslam Hükümeti" adı altında bir hükümetin kurulduğunu da ilan edecek düzeyde etkili çalışmıştır. İlan edilen Cumhuriyeti ve Hükümeti , Yunanlılar ile Bulgarlar tanımak zorunda kalmışlardır. Hükümet hemen para ve pul bastırmıştır. Hükümetin geçici başkanlığına da teşkilatın güvendiği Gümülcine Belediye Başkanı getirilmiştir.
Oluşturulan Hükümetin üyeleri şunlardır:
"Cumhurbaşkanı Hafız Salih Efendi, Hafız Galip, Hacı Saffet Bey, Hüseyin Paşa, Mehmet Paşa, Hacı İsa Efendi, Şükrü Bey, Süleyman Askeri, Hilmi Paşa, Kuşçubaşı Eşref (Sencer) Teşkilat-ı Mahsusa'nın iki numaralı adamı Süleyman Askeri de yeni cumhuriyetin Genelkurmay Başkanlığı'nı yürütür.
Altında oluşturduğu ordu kadrosu şöyledir:
Batı Trakya Genelkurmay 2. Başkanı Çerkes Raşit, Harekat Şube Müdürü Üsteğmen Manastırlı Halim, Topçu Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı İhsan Eryavuz, Süvari Kuvvetleri Komutanı Yüzbaşı İlyas Seçkin, Ağır Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Ömer Lütfü, Akıncı Kuvvetler Komutanı Üsteğmen Sırçıfeli Ekrem, Akıncı Kuvvetler İkinci Komutanı Üsteğmen İskeceli Arif, Hücum Taburu Komutanı Yüzbaşı Kısıklılı Cemil, Milli Kuvvetler Komutanı Kuşçubaşı Eşref Sencer, Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Manastırlı Hüsrev Sami, Kuvayı Milliye Müfreze Komutanı Cihangiroğlu İbrahim.
ÇERKES ETHEM GİZLİ SERVİSİ ANLATIYOR
Bölge ve yeni hükümet her ne şart altında olursa olsun teşkilatın elindedir.
Türk tarihinde bilinen en eski ve şu an için ilk Cumhuriyet bu olmuştur. Buraya bağlı asker sayısı 4 Ekim 1913'de 29 bin'i bulmuştur. Bu hükümet 25 Ekim 1913'e kadar yaşayacaktır. Bundan sonrası ise gizli servis ile hükümet arasındaki anlaşmazlıklar ve karşı çıkışlarla geçer. Hükümet, barış görüşmelerinde bölgenin tamamen boşaltılmasını kabul etmiştir. Ancak Teşkilat-ı Mahsusa'nın bazı elemanları bu karara karşı direnirler. Süleyman Askeri çaresiz kalmıştır. Duruma o dönemin İstanbul Muhafızı Cemal Bey, yani Cemal Paşa müdahale eder. Teşkilat onu sevmektedir. O da bu etkisini kullanır. Sonuçta teşkilat üyeleri bölgeyi hükümetin isteği üzerine Bulgarlara bırakırlar. Ancak bu alandaki istihbarat ve kışkırtma çalışmaları devam eder. Enver Paşa buraya imam, köylü, işadamı kılığında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları göndererek, bölge üzerindeki Türk etkinliğini korumaya çalışır. Yılar sonra bakıldığında uygulama başarılı olmuştur.
Bu ilk eylemde etkili olan İzmir'li Eşref ve Kardeşi Sami Bey'ler daha sonra Süleyman Askeri ile birlikte pek çok yerde Teşkilat-ı Mahsusa için eylemler yapmışlardır. Burada bölgede Eşref Sencer tarafından yetiştirilen Çerkes Ethem ile kardeşi Reşit Bey'de Kurtuluş Savaşı sırasında ve öncesinde çok önemli işler gerçekleştirmişlerdir.
Çerkes Ethem anılarında Ruslara ve İngilizlere karşı Teşkilat-ı Mahsusa saflarındaki mücadelelerinden şöyle sözediyor:
" Birinci Dünya Savaşı'nın ilk senesinde büyük kardeşim Reşit Bey'in kendi başına askeri ve politik amacı olan , Kürtlerden ve başka milletlerden toplanmış ' Teşkilat-ı Mahsusa' kuvvetleri ile Ruslara karşı , daha sonra İran'ın güneyinde İngiliz bölgesinde ve Efgan sefer heyetinde bulundum. Pek uzun sürecek olan bu maceralardan bahsetmeyeceğim." Her iki kardeş de Teşkilat-ı Mahsusa'nın elemanıdır. Çerkes Ethem Kurtuluş Savaşı sırasında gösterdiği büyük yararlılıklara karşın daha sonra kardeşlerinin ve sevmeyenlerinin üzerindeki oyunları sonucu "hain" damgası yemiştir. Bu Ethem için haksız ve büyük bir suçlamadır. Bu konuda Atatürk'ün sağlığı boyunca Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ve kendisi de bir Teşkilat-ı Mahsusacı olan Dr. Tevfik Rüştü Aras'a Atatürk, Ethem'in toyluğundan ve yeterince bilgi ile donanmamışlığından yakınır. ENVER'İN GİZLİ SERVİSİNİ SULTAN DA TANIYOR 1913 de fiili eylemleriyle ortaya çıkan Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı'nın yıkımı için casusların cirit attığı bir gizli örgütler savaşının ortasındadır artık. Adını İttihatçı subaylardan Veteriner Albay Rasim Bey'in koyduğu dile getirilen Teşkilat-ı Mahsusa'ya resmi belgelerde ilk kez 5 Ağustos 1914 de rastlanır. Enver Paşa bu sırada Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili olarak teşkilatın genişlemesi ve örgütünü güçlendirmesi için bir gizli emir yayınlar. Enver Paşa Padişah 5. Mehmed Reşat'ın yeğeni Naciye Sultan ile evlidir,- Gerçi bu evlilik, Sultan'ın yaşının küçük olması nedeniyle fiilen olmamıştır- emrini yayınlarken sarayın gücü de arkasındadır. İttihat ve Terakki yönetimide en etkin kişidir. Osmanlı da İttihat ve Terakki'nin Enver, Cemal ve Talat paşaların adıyla anılacak olan ve 1918'e kadar süren Üç Paşalar Devri başlamıştır. İşte bu güç ve yakınlıklarla Teşkilat-ı Mahsusa 1914' den itibaren padişah 5. Mehmed Reşad'a da benimsetilir. Sultan Reşat, Teşkilat-ı Mahsusayı devletin gizli servisi olarak onaylar.
Örgüt şeklen Sadrazama bağlı olarak çalışacak, elde ettiği bilgileri örgüt başkanı sadece Sadrazam ve Harbiye Nazırı'na iletecektir. Enver Paşa bu düzenlemeyle Teşkilat-ı Mahsusa'yı doğrudan kendisine bağlı olarak çalışan, bağımsız bir örgüt haline getirmiştir. Enver Paşa kurduğu, büyüttüğü, kabul ettirdiği bu gizli servisi, kimselere bırakma niyetinde değildir. Onu, hayallerinin gerçekleşmesinde kullanacaktır. Öyle de yapar. Buraya kadarki gelişimine baktığımızda Teşkilat-ı Mahsusa bireysel çıkışların sonucunda doğmuş bir tepki örgütüdür. Tepki Osmanlı'nın parçalanmasına karşıdır. Beslenilen kaynak askeri kıtalardır. Sığınılan yuva İttihat ve Terakki çatısıdır. Kendisi de bir gizli örgüt olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki ile Teşkilat-ı Mahsusa zaman zaman birbirine karıştırılmıştır. Bu iki yapılanma tamamen farklıdır. Biri parti olarak baskıcı rejime karşı örgütlenirken; siyasi bir oluşumken, diğeri casusluk ve karşı casusluk amacıyla oluşturulmuş bir askeri yapılanmadır.
TÜRK-İSLAM SENTEZCİ CASUSLAR
Teşkilatın başında ilk bulunan kişi Enver Paşa'nın ardından ikinci adam olarak anılan Süleyman Askeri Bey'dir. Askeri gözüpek bir subaydır. Teşkilat-ı Mahsusa'nın başkanlığı görevini Basra Valiliğine atanana kadar südürmüştür. Burada da teşkilat için çalışmalar yapmıştır.
Cemal Paşa onunla ilgili olarak Hatıralarında şu bilgileri verir:
" Süleyman Askeri Bey biraz aceleci ve biraz da nikbin olmasına rağmen pek mükemmel ve müteşebbis bir idare adamı sayılabilirdi. Yüksek zekası, son derece cesaret ve fedakarlığıyla muhitine itimat ve emniyet veren bu mümtaz şahsiyetten pek çok siyasi istifadeler temin edilmiştir"
Teşkilat-ı Mahsusa çete savaşı, casusluk, karşı casusluk, propaganda faaliyetlerinde bulunan, kaynağını ve köklerini ordu içinden ve dinamek genç kitlelerden alan bir gizli servistir. Ordu bütçesinin dışında bol miktarda parasal kaynak da elde edebilmektedir. Teşkilat-ı Mahsusa'nın amacı imparatorluk içindeki ihanet şebekelerini ortadan kaldırmak, gelişen milliyetçilik hareketlerini bastırmak, kontrol altında tutmak, dışardaki belirli hedeflere karşı sabotajlarda bulunmak ve Osmanlı toprağında cirit atan bütün gizli servislerle boy ölçüşebilmektir. Teşkilatın ideolojisi Pan Türkizmdir. Ancak İslam birliği temeldir. Enver Paşa gerçi zaman zaman Pan İslamcılığı da gündemine almamış değildir. Gerçi o komünistlerden bile yardım istemiştir. Ama ana temel Türkçülüktür. O dönemin ünlü Türkçü düşünürlerinden Ziya Gökalp'in hareketi etkilediği belirtilir. İslam konusundaki etkilenmenin kaynağı ise İttihat ve Terakki'nin programına Panislamizmi koyan Emiri Efendi'dir. Bugünkü tanımlamayla amaçlanan İttihatçı bir Türk-İslam sentezidir. Bugünkü arayışların kaynakları açısından o dönemin incelenmesinde büyük yarar vardır. Bugünkü Türk-İslam sentezinin şahinler kanadının ideolojik temelleri o zaman atılmıştır. Türkçülüğün geliştirilmesi için ilk kez Kuran'ın Türkçe basımı çalışmalarına geçilmiş ve bu muhalefetin büyük tepkisiyle karşılanmıştır.
Bugünkü Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nın yürüttüğü propaganda ve yönlendirme çalışmaları dikkate alınacak olursa, o zamanların Türk-İslam sentezinin günümüze uyarlanmış şekline ne kadar benzediğini görmek mümkündür. Hele bu başkanlığın PKK için Güneydoğu'da yürüttüğü dine dayalı mücadele yöntemiyle, Türkiye dışındaki eylem ve örgütlenmelerine bakılacak olursa, Teşkilat-ı Mahsusa'nın yöntemleriyle büyük benzerlikler içerdiği gözlenecektir.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın yönetici kadrosu iyi eğitilmiş asker ve sivillerden oluşmaktadır. Teşkilat içinde bulunanların büyük kısmı ordu içinden seçilmiştir. Ancak diplomatlar, gazeteciler ve bazı bakanlıkların yönetim kadroları da teşkilatın içinde yeralmışlardır.
Bu sırada 1869 yılında iç birliğini sağlayan İtalya sömürgeci bir politika izlemekte ve nüfuz alanı olarak da Trablusgarp'ı seçmiş bulunmaktadır. İkinci Meşrutiyetle birlikte Bulgaristan bağımsızlığını ilan eder, Avusturya Bosna Hersek'i, Yunanistan Girit'i ilhak eder. Bunları gören ve Osmanlı'nın dağılmakta olduğunu bilen İtalya, 1911'de Trablusgarp'e çıkar. Boğazlara gönderdiği gemilerle kıyıları bombalar. Osmanlı yönetimi olayı proteste eder, ama ötesine geçemez. Ne bir asker gönderebilir, ne de bir gemi. İşte burada devreye Teşkilat ve onunla birlikte hareket eden askerler girer.
Kaynakça
Kitap: MİLLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI
Yazar: TUNCAY ÖZKAN