Safevi Şeyh Cüneyd (ölümü: 1460-) müridlerine Ak Koyunlulu hükümdarı Haşan Han'ın (=Uzun Haşan Bey) kız kardeşi Hatice Begüm'den doğan oğlu Haydar'a biat edilmesini vasiyet etmişti. Haydar büyüdükten sonra Dayısı Haşan Han sayesinde kolayca Erdebil'deki Safevi seyitliği postuna yerleşti. Şeyh Haydar babası Şeyh Cüneyd gibi Türkiye'de dolaşmadı. Fakat onun devrinde Türkiye'den gelen kabiliyetli müridler Erdebil'deki Tekke'de hususî olarak yetiştirilip "halife" unvanı ile Anadolu'ya geri gönderildiler. Halîfelerin başlıca vazifeleri, tarikatı yaymak yani müridlerin sayısını çoğaltmak ve şeyhleri için mal toplamaktı. Bu halifelerden biri Tekeli (Antalyalı) Haşan Halîfe olup Teke ile komşu Menteşe (Muğla) ve Hamid illeri (Isparta Burdur vilayetleri) yörelerindeki pek çok kimseyi Safevi tarikatına sokmuştu. Hatta Haşan Halîfe Erdebil'den Teke'ye dönüp faaliyete başladığı esnada bazı kimseler ona: "Ey Haşan Halîfe sen bu memlekete geri geldin amma yanında kan ve ateş de getirdin" demişlerdi. Filhakika 1510 yılında Teke yöresinde büyük bir isyan çıkaran Şah Kulu, işte bu Haşan Halîfe'nin oğludur. Şeyh Haydar zamanında yapılan devamlı ve tesirli propaganda ile sayıları artan müridler armağanlar ile Azerbaycan'daki Erdebil şehrine giderek şeyhlerini ziyaret etmeye başlamışlardı.
Hatta Sünni komşuları onlara: "canım bunca zahmet çekip Erdebil'e gideceğiniz yerde Medine-i Münevvere'ye gidip Resulullah'ın türbesini ziyaret etseniz çok daha iyi olmaz mı" dediklerinde, "biz ölüye değil diriye gideriz" cevabını veriyorlardı.
Şeyh Haydar'a gelince o, müridlerinin sayısının gittikçe artması karşısında istese de hareketsiz kalamazdı. Çünkü müridleri şeyhlerinden mühim siyasî başarılar bekliyorlardı. Esasen bu müridlerin çoğunu yoksul insanlar teşkil ediyordu. Bu sebeple Şeyh Haydar 1486 yılında Demirkapı (=Derbend) ötesindeki Kafkas kavimlerine karşı on bin müridinin başında bir seferde bulunarak zengin doyumluk (=ganimet) ile geri dönmüştü. Şeyh Haydar iki.yıl sonra doğrudan doğruya Şirvan hükümdarının üzerine yürüdü; gayesi hem babasının öcünü almak, hem de Şirvan ülkesine sahip olmaktı. Şirvan hükümdarı, ölüme meydan okuyan müridlerinden dolayı Haydar ile mücadele edemiyeceğini anlamıştı. Bu yüzden bir kaleye kapandıktan sonra güveyisi Ak Koyunlu hükümdarı Yakub Bey'den yardım istedi. Haydar'ın faaliyetlerinin Ak Koyunlu devleti için de bir tehlike kaynağı teşkil ettiğini anlamış bulunan Yakub Bey, vakit geçirmeden Biçen oğlu Süleyman Bey kumandasında bir orduyu Şirvanşah'a yardıma gönderdi. Şeyh Haydar Ak Koyunlu hükümdarının hem halasının oğlu, hem de eniştesi idi. Buna rağmen Şeyh Haydar Yakub Bey'in ordusu ile savaşmakta hiç tereddüd göstermedi. "Sofu"da denilen Anadolulu Türk müridler gerçekten savaşta yiğitliğin hakkını verdiler ve ancak şeyhlerinin bir ok isabeti ile ölmesi üzerine savaştan el çektiler (1488).
Fakat Safevi müridleri bu ikinci büyük felakete rağmen dağılmayıp Haydar'ın büyük oğlu Sultan Ali'nin etrafında toplandılar. Tehlikenin yok olmadığım bilakis arttığım anlayan Ak Koyunlu hükümdarı Yakub Bey, Haydar'ın üç oğlu (Sultan Ali, İsmail, İbrahim) ile kendi kız kardeşi olan anaları Halîm'e Begüm'ü bir kalede hapsetti. Fakat Yakub Bey'den sonra onlar hapisten çıkarıldılar ise de Ak Koyunlular tehlikenin geçmemiş olduğunu anladılar. Yapılan karşılaşmada tarikatın başı Sultan Ali öldü. Fakat kardeşi İsmail bütün dikkatli aramalara rağmen bulunamadı. Çünkü Anadolulu cesur ve sadık müridler onu Erdebil'den Hazar Denizi kıyısındaki Gilân ülkesine kaçırmaya muvaffak olmuşlardı. İsmail orada altı yıldan fazla bir zaman kaldıktan soma durumu uygun görerek Gilân'dan Erdebil'e döndü. Oradan da Erzincan'a geldi (1500 tarihinde). Erzincan'da Türkiye'nin her tarafına adamlar göndererek müridleüni yanına çağırdı. Yandaşları, Erzincana bir sel gibi akıp geldiler. İsmail Erzincan'da yanına gelen Türkiyeli göçebe ve köylü müridler topluluğunun başına geçip İran'a döndü, Ak Koyunlular'ı yenerek Safevi Devletini kurdu ve Tebriz'de On İki İmam adına hutbe okutup para kestirdi (1501). Kaynaklar Şah İsmail'in bu esnada ancak 15 yaşında olduğunu yazarlar.

Harşit Çayı
İsmail'in Safevi devletini kurması ile ilgili olarak Anadolu'dan İran'a devamlı bir göç başladı. Bunun üzerine devrin tarihçilerinden biri:
"Türkler terkedip diyarların-sattılar yok bahaya davarların"
beytini söyledi. Bu göç öyle bir göç oldu ki XVÜ. yüzyılın ortalarına kadar hemen kesilmeksizin sürdü. Bir yandan Osmanlılar bir yandan Safeviler Türkiye'nin insanlarını birbirlerine karşı kullandılar; servetini erittiler. Böylece XX. yüzyıla gelindi .
İran'a göç eden Türkler arasında Çepniler de vardı. Bu Çepniler'in pek çoğunun veya hepsinin Doğu Kara Deniz Çepnileri'nden olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu Çepniler de çok sayıda olmadıklarından Varsak, Turgutlu gibi küçük, ikinci derecedeki oymaklar arasında yer aldılar. Şah İsmail'in oğlu Şah Tahmasb devrinde (15241576) Çepniler'den Süleyman Beğ ile Şah Ali Sultan'ı tanıyoruz. Tahmasb'ın ölümü esnasında yani 1576 yılında da Çepniler'i Muhammed Beğ, Mahmud Halîfe ile Dönmez Sultan adlı beyler temsil ediyorlardı. Bunlardan her üçünün de dirliği Kuzey Azerbaycandaki Karabağ yöresinde bulunuyordu.
Fakat Safevi hükümdarı Şah Abbas devrinde (1590-1628) Çepniler'den mühim bir kısmın yahut hepsinin Hazar Denizi kıyısındaki ormanlık, rutubetli ve bu yüzden Türkler'in yaşamak istemedikleri Gilân yöresine göçürüldükleri anlaşılıyor. Hatta başlarında, kendilerinden değil, kul takımından, yani sarayda yetiştirilmiş köle asıllı bir emir bulunuyordu . Bu husus, Şah Abbas'ın bir çok Türk boyları gibi Çepniler'e de kızgın olduğunu gösterir. Şah Abbas'dan sonra İran'daki Çepnilere dair bilgiye rastgelinemedi. Bu da onların sayıca az olmaları ile çok yakından ilgilidir.
Giresun'u 1397'lerde fethetmiş olan Bayram Bey'in torunu ve Hacı Emir Bey'in oğlu Süleyman Bey ile başında bulunduğu beyliğin sonu hakkında hiç bir bilgiye sahip olmadığımız gibi, kuvvetli bir taliminde de bulunmak mümkün olmuyor . Fakat kesin olarak söyliyebileceğimiz bir husus varsa o da bu beyler sayesinde Ordu bölgesine pek yoğun ve temiz bir Türk nüfusunun yerleşmiş olmasıdır. Bu yöreye ait tahrir defterlerine göre başta Çepniler olmak üzere Eymür, Avşar, Bayındır, Karkın, İğdir, Alayuntlu, Döğer ve Bayad(?) olmak üzere bir çok Oğuz boyuna mensup obalar yerleşmişlerdir .
Trabzon Rum imparatorları Ak Koyunlular'a, Bayramlular'a ve Taceddin Oğulları'na mensup beylere güzel kızlarını vererek onların Trabzon'a daha fazla yaklaşmalarına engel oldular ve Ak Koyunlular sayesinde de varlıklarım korumakta devamettiler . Bu arada Bayramlu beyliğinin yıkılması yüzünden de Giresun kalesini geri aldılar. Bu sebeple, Fatih “Turabuztm" seferine çıktığında Görele, Tirebolu ve Giresun kaleleri pek büyük bir ihtimal ile imparatorun idaresinde idi.
Fatih 1461 yılında Kastamonu ve Sinob'u alarak Candar Oğulları devletine son verdikten sonra yoluna devamla Sivas'ın kuzey doğusunda ve Kelkit vadisindeki Koylu Hisar (=Koyla Hisar= Koyul Hisar)'a gelmiş ve Ak Koyunlular'a ait olan bu kaleyi de zaptetmişti. Fazla olarak Fatih, Trabzon tekfurunun kendisine tâbi olduğu için oraya sefer yapmasının doğru olmıyacağına dair Uzun Haşan Bey'in sözlerine de ehemmiyet vermiyerek Bayburt yolu ile Trabzon üzerine yürüdü. Fakat Ak Koyunlulu hükümdarı Haşan Bey o zaman (1461 yılında) ancak bir kısım Doğu ve Güney Doğu Anadolu'nun hükümdarı olduğu için haklı olarak, Fatihle bir harbi göze alamadı. Elçi olarak göndermiş olduğu annesi Saray Hatun , güzel konuşması ile Osmanlı hükümdarının takdirini kazandı. Fatih'in Saray Hatun'a "ana” diye hitap etmesi bu husus ile ilgilidir. Fakat Saray Hatun'un tatlı sözleri Fatih'i kararından döndürmedi. Osmanlı hükümdarı Saray Hatun'u da Trabzon seferine beraberinde götürdü. Trabzon'un alınmasından sonra ona çok değerli armağanlar vererek Ak Koyunlu ülkesine dönmesine müsaade etti.
Bilindiği üzere Trabzon imparatoru David Komnen herhangi bir savunma hareketine girişmeden şehri Fatih'e teslim etmiştir. Fakat başta Aşık Paşa Oğlu, Dursun Beğ, Kemalpaşaoğlu olmak üzere Osmanlı kaynaklarının pek çoğunda şehrin hangi günde şöyle dursun, hangi ayda teslim edildiği bildirilmez. Bu, gerçekten hayret vericidir . Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Trabzon Rum imparatorluğu hakkında ciddî bir eser yazmış olan J.P H. Fallmerayer, şehrin yaz sonlarında alınmış olduğunu söylediği gibi ,W. Miller de onu teyid eder . Merhum Üstad İ.H. Uzunçarşılı ise Trabzon'un 1461 yılının Ekim ayının 26'sında (866 Muharrem 21) alındığını kesin bir şekilde bildirir, fakat kaynak göstermez. Bu sebeple
ilk yapılacak şey Merhum LH. Uzunçarşılı'nın Trabzon'un alınış tarihine ait bu kaydın nereden alındığının tesbit edilmesidir1. Çünkü bu, pek muhtemel olarak şehrin kapılarını Türkler'e açtığı tarihtir.
Trabzon yöresi bir sancak itibar edilmiş ve donanma kapudanlarından Kâzım Bey Trabzon'un ilk sancak beyi olmuştur. Anlaşıldığına göre bundan soma Fatih kıyıdan batıya doğru giderek herhalde Görele, Diribolı (Tirebolu), Bedreme ve Giresun kalelerini aldıktan soma Canik yolu ile Tokat'a ulaşmıştır.
İlk sancak beyi Kâzım Bey'den sonra Sofu Ali Bey ona halef olmuştur. Ak Koyunlu hükümdarı Uzun Haşan Bey'in 1478 yılında vefatı üzerine himayesinde bulunmakta olan Trabzon-Gümüşhane arasındaki Torul yöresi alındıktan sonra, Gürcistan sınırında da bazı kaleler ele geçirilerek Trabzon yöresinin fethi tamamlanmış oldu.
II. Bayezid'in hükümdarlığı zamanında (1481-1512). Trabzon da şehzade sancaklarından biri haline gelmiştir. Orada şehzadelerden ilk sancak beyi olan Abdullah'dır. onun 1483 yılında ölümü üzerine Taceddin Sinan Bey'in Trabzon sancak beyi olduğu anlaşılıyor4. Bize kadar gelmiş olan 891 (1486) tarihli tahrir defterinde bazan Rakkas Sinan Beğ şeklinde onun ve yine Trabzon sancak beyleri olarak Haşan, Ali beyler ile Mehmed Paşa’nın adları geçer.
Şehzade Selim'in 895 (1489=1490) yılında Trabzon sancak beyi olduğunu biliyoruz. Selim burada 916 (1510) yılına kadar, takriben yirmi yıl valilik etmiştir5.
Sancaklara gönderilen şehzadelerin çok defa yanında anneleri de bulunurdu. Böylece Selim'in annesi de Trabzon'da oğlunun yanında yaşamıştır. Selim'in annesi, Arabça umumî bir tarih yazmış olan Mustafa Cenabî Efendi'nin (ölümü:1590) bildirdiğine göre Amasya yöresindeki Türkmen beylerinden birinin kızı olup adı Ayşe Hatun'dur.

Çepni İleri Gelenlerinden Bay Ali Oğuz ve Ailesi (Balıkesir, 1991)
Yavuz Selim gibi büyük, cihangir, "iyi bir şâir ve düşünür olarak pek müstesna, yani tarihte eşi gerçekten az görülen bir hükümdarın hayırlı annesi Ayşe Hatıın, 911 (1505=1506) yılında hayata veda etmiş ve Trabzon'da defnedilmiştir. Şehzade Selim muhterem annesi için türbeden başka, câmi, medrese, imaret ve misafirhaneden müteşekkil bir külliye yaptırmıştır ki bu, Trabzonun en güzel âbideler gurubunu teşkil eder.
Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlılar 1461 yılında geldikleri esnada pek muhtemel olarak Görele, Tirebolu ve Giresun kaleleri Trabzon Rum imparatorunun kumandanları tarafından idare ediliyor, buna karşılık Kürtün-Dereli-Giresun-Tirebolu-Eynesil arasındaki geniş kırlık kesim de Çepni beylerinin ellerinde bulunuyordu. Anlaşıldığına göre Osmanlı kuvvetleri Trabzon devletinin topraklarına girince Çepni beyleri de Osmanlı fethine yardımcı oldular, elde edilen başarılarda rol oynadılar. Osmanlı devleti de hepsini veya mühim bir kısmını zeamet ve tımar gibi dirlikler vererek onları hizmetine aldı. Çepniler'in halk topluluğuna gelince bu topluluğa mensup olanlardan mühim bir kısmı da müsellem olarak hizmete alındılar. Yine onlardan bazıları da câmi ve zâviyelerde vazife görerek vergiden muaf tutuldular. Bunlara ilave olarak birçokları da
"muafan" (muaflar=vergiden affolunmuşlar) zümresini teşkil ettiler. Durum böyle olunca Çepniler'den az bir kısmın vergi verdiği anlaşılmış olur. Bu verginin pek çoğu veya hepsi de alaybeği, subaşı ve sipahi olan kendi beylerine ödeniyor. 1486 (Hicrî 891) târihli bize kadar gelmiş en eski defterdeki Çepniler'e ait olan bölümün (şahıs adları ve vergiler gibi bazı kısımları hariç tutularak) yayınlanması ile bu büyük Oğuz boyunun Doğu Karadeniz bölgesinin Türklüğünde ne kadar önemli bir mevkie sahip olduğu, çok daha iyi anlaşılmış bulunacaktır. Ancak önce bazı açıklamalar yapmak gerekiyor.
1- Trabzon Sancağı'nda Türkler yoğun bir şekilde sancağın batı kesiminde yani Eynesil-Kürtün, Dereli, Giresun-Tirebolu arasındaki geniş yörede yaşamaktadır.
2- Bu Türkler, daha önce de söylendiği gibi, Osmanlılar gelmeden önce bu yurtlarında oturmakta idiler. Onlar XIV. yüzyıldan itibaren bu yöreye gelip orayı yurt edinmişlerdi. Bu yurtları kuzeyde Karadenize kadar ulaşmıştı. Çepniler, Kürtün'den hareket ederek Harşit vadisi yolu ile Karadeniz'e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki güzel toprakları yurt edinmişlerdir1.
3- Sınırları çizilmiş olan bu yöredeki Türklerin ezici çokluğu Çepni boyuna mensuptur. Bazı yer adları yâdigârları, bu Türk yerleşmesinde Çepniler'in yanmda Yüreğir (Üreğir), Alayuntlu, Döğer ve Eymür boylarına mensup obaların da rol oynamış olduklarını açıkça gösteriyor.
4- Çepniler XV. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında tamamen yerleşik bir hayat geçirmekte hepsi köylerde yaşamaktadır. Bu yörede hiç bir Hıristiyan köyü görülmüyor. Onlar kıyılarda, bilhassa Giresun, Tirebolu, Görele kalelerinde oturuyorlar: Bu kalelerinin dışında da mahalle ve çarşıları olduğuna dair hiç bir delil ve işaret yoktur. Esasen defterlerde Hıristiyanların kalelerde yaşadıkları bildirilir.
5- Bu yerleşik yaşıyış ili ilgili olarak onların darı ektikleri görülür. Orta Asya'da Türkler'in yerleşik hayata geçtiklerinde ilk defa darı
(<tarığ)* ektikleri anlaşılıyor. Buğday ve arpa ise yöremizde o zaman (XV. yüzyılda) ekilmiyor. Fakat 30 yıl sonra onları da ektiklerini biliyoruz.
Bütün köylerde bal istihsal ediliyor, bağcılık yapılıyor ve meyve de yetiştiriliyor. Birçok köyde çok miktarda ceviz de elde ediliyor.
Davarlarının çok az olduğu anlaşılıyor. Her hangi bir köyde koyun vergisinin (resm-i ganem) verildiğine dair bir kayıt görülemiyor. Fakat 30 yıl sonra birçok köyün koyun vegisi de verdiği görülecektir.
Karadeniz ve Akdeniz adlarının adı geçen denizlere XÜI. yüzyılda, Selçuklular devrinde verilmiş olduğunu kuvvetle sanmaktayız. Çünkü bu denizlere, birbirine "zıt" manada isimler konulması, ancak her iki denizin kıyısında limanları olan bir devlet zamanında mümkün olabilirdi. Bu devlet de Selçuklu devleti olup, bu devletin her iki denizin kıyısında şehirleri, tersaneleri ve donanması vardı. Şimdi, Avrupa milletleri ve diğerleri Karadeniz için Türkçe ismin kendi dillerindeki tercümelerini kullanırlar. Mesela: Mer Noir (Fransızca), Black Sea (İngilizce), Schwarzen Meer (Almanca).
6- Köylerin çoğunda doğan, şahin, atmaca gibi avcı kuşlara ait yuvalar vardır. Bu yuvalar da gelir kaynakları oldukları için yakından meşgul olunmakta idi. Anlaşıldığına göre bu yuvalarda doğan, şahin ve atmaca yavruları palazlanınca satılmaktadır . Devlet bu kaynağa da elatmayı ihmal etmemiş ve her yuvadan yılda 50 akça vergi almıştır. Bu yuvaların gelirleri de bazen sahipleri tarafından cami ve zaviyelere vakfedilmekte idi .
7- Vergiler de, bu İktisadî faaliyete uygun olarak alınıyordu. Yani "duhne" kelimesi ile ifade edilen darı ile bal, bağ, meyve ile cevizden "öşür" alınıyor, ve bennek resmi, kesim (mukataa) gibi bazı örfi vergiler de tahsil ediliyordu. Avcı kuş yuvalarından da 50 akça alındığı yukarıda kaydedilmişti. Vergi veren halk "avâriz" denilen hizmete de mecbur tutulmuştu .
8- Birde aşağıdaki cedvellerde görülecek olan hâne, mücerred ve bennek deyimleri hakkında kısaca bilgi verelim.

İki Çepni Kadını (Balıkesir, 1991)

İlkokul Öğrencileri (Çepni, Ortamandıra, 1991)
Hane: Kırlık kesimde yeter derecede toprağa sahip olan evli vergi mükellefine denilir.
Mücerred: Toprağı bulunmayan, kazancı da olmayan bekâra denilir. Mücerred'den umumiyetle 6 akça vergi alınır. Bu, en az vergidir.
Bennek'e gelince, Bennek yarım çiftlikten az toprağı olan evli vergi mükellefidir .
9- Çepniler'in yurdunda tımar rejimi uygulanıyordu. XV. yüzyılın ikinci yarısının ortalarında Çepni ilinde 30 dirlik görülüyor. Bu otuz dirlikten üçü zeamet, geri kalanları tımardır. Zeametlerden biri Trabzon sancak beyine, diğerleri de Mustafa ve Haşan adlı Çepni beylerine aittir. Tımarlara gelince, bunların çoğuna Çepni beylerinin hizmetinde bulunmuş nöker, yoldaş, arkadaş denilen kimseler, azına da Çepni beylerinin oğulları tasarruf etmektedir. Bu durumda Çepni beyleri "nice oldu" sorusu sorulabilir. Bunun tatmin edici bir cevabını vermek oldukça güç görünüyor.
Müsellemler (=Müsellemân): Çepniler'in kalabalık bir kısmının müsellem olduğu görülüyor. Müsellem harp zamanlarında atı ve silahı ile sefere "eşen" yani katılan buna karşılık her türlü vergiden muaf ve "müsellem" olarak toprağını eken köylü menşeli atlı askere denilir.
XV. yüzyılda müsellem teşkilatı gelişmiş ve yaygın bir durum almıştı. Fakat XVI. yüzyıldan itibaren bu teşkilat gittikçe ehemmiyetini kaybetmiştir.
Mülazimler (= Mülazimân): Bunlar köylerde bulunan camilerdeki imam, hatip, müezzin ve muhassıl gibi vazifelilerdir. Bundan başka gerek bu vazifeliler arasında gerek onlardan ayrı olarak İslam hukuku ile meşgul fakih (=fakı)lere de rastgeleniyor. Köylerin nüfuslarına göre oralardaki mülazimlerin sayısı, şaşılacak derecede çoktur.
Muaflar (=Muâfan):Bunlarda şer'i ve örfi vergiler ile ve avârızdan yani her türlü vergiden muaf tutulmuş köylülerdir. Bunlar türlü yollarla vergi mükellefi olmaktan kurtulmuşlardır. Hemen her köyde muaflara da rastgelinir. Köylerin nüfuslarına nisbetle muafların sayıları, mülazimlerinki gibi hiç de az değildir.
10- Aşağıdaki cedvelerde görüleceği üzere köylerin nüfusları azdır. Buna rağmen onların bir çoğunda cami vardır. Bu camilerin yine bir çoğunda da hatip, imam, müezzin, muhassıl gibi
vazifelilerin bulunduğu görülür ve hatta fakihlere, müderrislere bile rastgelinir.
Bundan başka bazı köylerde tekke (tekye)ler de vardır.
Yine köylerde ve yollar üzerinde sık sık zaviyelere rastgeliniyor. Bu zaviyelerde şeyhler ve yakınları ibadetle meşgul oldukları gibi, yolcuları da konukluyorlardı. Zaviyelerin ehemmiyetleri de buradan geliyor. İnsan-sever bir ruha sahip olan Türkler yolcuları rahat ettirmek için XV. ve XVI. yüzyıllarda Türkiye'de geniş bir zaviye ağı kurmuşlardı. Zaviyelerde vazife görenler bu hizmetlerine karşılık örfî vergiler ile avârız'dan muaf tutulmuşlardı.
Böylece bir Çepni köyünde durumları birbirinden farklı şu unsurlar görülür. Sipahi, müsellemler, mülazimler, muaflar ve raiyyet (çokluğu reaya). Raiyyet her türlü vergiyi veren ve angaryaları çeken köylülerimizin adıdır. Onların adalet ile idare edildikleri zamanlarda bile imrenilecek bir hayat geçirdiklerini söylemek güçtür.
Burada şunu da kaydedelim ki Çepniler'de olduğu gibi başka sancaklardaki kaza veya nahiyelerin bütün köylerinde müsellem, mülazim ve muaf olmadığı gibi olan bir köyde de sayıları bu kadar çok değildir. Bu sebeple Trabzon sancağının bu yöresinde hususi bir durum söz konusu olmalıdır. Bu husus muhtemelen Çepniler'in 1461 yılındaki Trabzon bölgesinin fethinde beğenilen hizmetler yerine getirmelerinden ileri gelmiştir.

Çepni köylüleri arasında Bekir, Ömer adını taşıyan şahıslara sadece XV. yüzyılda değil, XVI. yüzyılda da sık sık rastgelinir. Bu sebeble sözkonusu olan Çepniler kesin olarak Sünni olup asla Alevî, şîî veya kızılbaş adları ile vasıflandırılamazlar . Çünkü, bir Alevî (şîî, Kızılbaş) köyünde Bekir, Ömer ve Osman isimlerini taşıyan şahıslar asla görülmez.
Osmanlı sancak beylerinin de Çepniler'in Yakub Halîfe gibi manevî şahsiyetlerinin yani velilerinin ailelerine vakıflar tahsis etmeleri bu gerçeği açıkça teyid eder yani doğrular. Bu sebeple XVI. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan coğrafyacı Trabzonlu Mehmed Âşık'ın "Çepniler'in Kızılbaş oldukları sözleri, İran şahını mabut gibi tanıdıkları şeklindeki ithamı incelediğimiz Çepniler için asla kabul edilemez . Çünkü, söylediğimiz gibi hemen her Çepni köyünde Osman, Ömer adlarını
taşıyan kimseler görülür .
12- Çepni Türkleri'nin taşıdıkları adlara gelince, bu adlar yine o zaman Türkiye'nin diğer yerlerinde kullanılan adların aynıdır. Yani Hazret-i Peygamber ve torunları ile güveyisi Hazret-i Ali, Ömer, Osman gibi büyük sahabelerin, İbrahim, İsmail, İshak, Süleyman gibi tanınmış peygamberlerin adları taşınmaktadır. Onların bu arada Menteşe (pek çok), Aygud, Durmuş, Tonrul (>Tuğrul), Sevündük, Çakır, Ayna Beğ, Beğdeş, Sevünç, Tanrıvermiş, Sülü, Gülen, Tatar, Satılmış, Ak Doğan, Tura Beğ, gibi Türkçe adlar taşıdıkları da görülür. Gittikçe az kullanılmaya başlayan Türkçe adlar XVÜI. yüzyılda artık nadiren kullanılıyor.
13- Yer adlarına gelince, Çepniler'in oturdukları yöre de ve ona komşu bazı yerlerde Türkçe yer adları çoktur. Bunlar arasında Oğuz, Yüreğir (<Üreğir), Alayuntlu, Döğer gibi, Oğuz eli ile onu teşkil eden boylardan bazılarının adları da vardır.
Oğuz Türkleli Anadolu'yu yurt edinirlerken (yerleşik hayata geçilme müddeti XÜ. yüzyıl ile XIV. yüzyılın sonları arası) el, boy ve oba adlarını, tapu senedleri gibi, yerleştikleri yerlere koymuşlardır.
Yukarıda zikredilen Yüreğir, Döğer Alayuntlu yer adları, daha önce de belirtildiği üzere, bu adlardaki Oğuz boylarına mensup obaların Çepniler'in yanında Doğu Karadeniz bölgesindeki Türk yerleşmesinde rol oynadıklarını kesin bir şekilde gösteriyor.
Köylerin isimlerine gelince, bunlardan mühim bir kısmı bize kadar gelmiştir.

1. Yeri bulunamadı.
2. Oğuz boylamdan; eski zamanlardan beri Üregir şeklinde de söylenir ve yazılır.
3. Bu sipahilerin örfî vergiler ile avarız'dan ıııuaf oldukları hakkında ellerinde Ü. Bayezid, tarafından, şehzadeliğinde verilmiş belge bulunduğu defterde kaydedilmiştir.
4. Oğuz boylarından.
5. Eskiden Çepni beylerine hizmet edermiş.

Vakf ı Melik Ahmed Beğ ki Kürtün Beği idi asılda Bedreme Hisarın Kâfirden ol fethetmiştir .
Mezrea-i Ağça kilise -Mezrea-i GünlükMezrea-i Halbe (?). Mezkür mezreaları Melik Ahmed Beğ Mevlana Ede Derviş'e vakfedüb eline mektup vermiş ki mezkûr Ede Derviş dahi bir zaviye bina idlib âyendeye ve revendeye (gelip-gidene) hizmet içün... şimdiki halde mezkûr Ede Derviş'in oğlu Mevlana İs hak vakfiye t üzere tasarruf edüb âyendeye ve revendeye hizmet edermiş. İshak vefat edüb oğlu İbrahim tasarruf eder. Esâmi-i hizmetkârân-ı zaviye elmezbur (4 kişi).
Zaviye-i Şeyh Derviş Bahşayiş (3 kişi)

T Bu sipahi hakkında da: “kadimden Çepni beğlerine hizmet edegelmiş" deniliyor.
2 Onun Kürtün'ün eski sipahilerinden olduğu yazılıyor.
3 Defterde bir yıl İbrahim'in, bir yıl da Ali ve Mustafa'nın sefere eştikleri kaydedilmiştir.
4 Murad'ın da eskiden Çepni beylerine "hizmet edegeldiği" belirtilmiştir.
5 Defterde Trabzon sancak beyi Rakkas Sinan Beğ'in tezkiresine göre İshak'ın Çepni beylerine hizmet edegelenlerden olduğu kaydedilmiştir.

1 Her iki sipahi Çepni beğlerine "kadîmden" hizmet edegelenlerden olup Sultan Bayezid Amasya'da iken onlara bu tımarlan verdiği bildirilmiştir.
2 Her iki sipahinin Çepni beylerine "kailimden" hizmet edegelenden olup Sultan Bayezid Amasya'da iken onlara bu tımarlan verdiği bildirilmiştir.
3 Defterde: "Cemâat-i nökerSn-ı Mehmed Beğ" şeklindedir. Nöker beyin maiyyet adamlarına denilir. Moğolca olan bu kelimenin Türkçe'de arkadaş ve yoldaş sözleri ile karşılandığı görülüyor. Ona Kürtünlü Mehmed Beğ de deniliyor.
4 Eynesi, şüphesiz Görele ile Vakfıbekir arasındaki Eynesil'dir. Eynesil şimdi bir kaza merkezidir.
5 Hangi köylerin adlarını korudukları, hangilerinin koruyamadıkları üzerinde ileride durulacaktır.
6 Yani Esbiyelü, bu, anlaşıldığı üzere, Tirebolu ile Yağlıdere arasındaki Espiye'dir.

1 Defterde şu kayıd görülüyor: "Yar Ali veled-i Tıırsun Ağa hîş-i (=akrabası) Mustafa Beğ, Çepni beğlerinin oğlanlarındandır."
2 Oymaklarda, XV. yüzyılda, ağa unvanı nüfuz ve itibarı yüksek kimselere verilirdi.

Yani Fatih Sultan Mehmed Han.
Aynen böyle, Kâşeb. Bu, Keşab ile ilgili olmalıdır.

s. 748. Kaynağımız olan defterin Ü. Bayezid devrinde yazıldığını biliyoruz. Hatta bu defterin 891 (1486) yılında yazıldığı anlaşılıyor. Fakat Fatih ve Bayezid devirlerinde Mehemmed Paşa ad ve unvanını taşıyan bir sancak beyi bilinmiyor. Bu yüzden bu Mehemmed Paşa'nın 1514'de Trabzon Sancak beyi olan Bıyıklı Mehemmed Paşa olduğu ve bu kaydın sonradan eklendiği akla geliyor.
Kaynakça
Kitap: ÇEPNİLER, ANADOLU’DAKİ TÜRK YERLEŞMESİNDE ÖNEMLİ ROL OYNAYAN BİR OĞUZ BOYU
Yazar: Faruk SÜMER