gönderen TurkmenCopur » 18 Ara 2010, 19:02
iran
Bush'un Irak serüveni sonuçlanmadan, iran üzerinde yoğunlaştırdığı baskıların fiili bir ABD müdahalesine dönüşmesi, ABD istihbarat örgütlerinin son anda patlattığı bomba ile "azizliğe" uğradığı görülüyor. Beyaz Saray'dan 14 Aralık tarihinde yapılan açıklamada, İran'ın atom bombası elde etme projesini 2003 yılından beri askıya aldığı belirtilmiştir. Onaltı istihbarat örgütünün müştereken yaptığı bu değerlendirmeyi Başkan Bush'a ne zaman sunduğu açıklık kazanmamıştır. Elde edilen istihbaratın kamuoyundan uzun süre saklanmaya çalışılmasının yaratacağı ciddi sorunlar nedeniyle, açıklama Bush için en uygun olmayan zamanda yapılmıştır. İstihbaratın açıklanması ile Bush'un güvenirliğine son darbe indirildiği gibi, İran'a ilişkin dış politikasının da torpillendiği söylenebilinir. İran'ı nükleer enerji santralleri için zenginleştirilmiş uranyum elde etme projesinden caydırmak için "askeri seçeneğin masada olduğunu" sık sık tekrarlayan Bush'un, bu seçeneği tekrar gündeme getirmesi beklenmemektedir. Bu aşamadan sonra, Bush'un en ateşli taraftarlarının dahi, İran'ın üçüncü dünya savaşına yol açacağı yolundaki kehanetini fazla ciddiye almayacaklarını sanırım. Diğer taraftan Güvenlik Konseyinde İran'a karşı alınan yaptırım ve ambargoların ağırlaştırılması yolunda ABD'nin yapmakta olduğu baskıların artık bir sonuç vermeyeceği aşikardır. Nitekim çok geçmeden Rusya İran'ın nükleer programının şeffaf olduğunu ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansının kontrolünde bulunduğunu açıklayarak, İran'a talep ettiği nükleer yakıtı gönderdiğini açıklamış, İran da yeni bir nükleer tesis kurma planını teyit etmiştim.
ABD'nin İran ile ilişkileri, bir zamanlar Libya ile olan ilişkilerine benzeşmektedir. Bugün Libya ile ABD arasındaki ilişkiler mükemmel değilse bile, düşmanca olduğu da söylenemez. Ocak ayı içerisinde iki ülke arsındaki ilişkileri biraz daha "sıcaklaştırmak" için, Condalize Libya'yı ziyaret edecektir. İki ülke arasında yazılı bir anlaşma olmamakla birlikte, ilişkilerin karşılıklı çerçevesini düzenleyen genel bir mutabakat olduğu söylenebilinir. Benzer "tasit" bir anlaşma ABD ve İran arasında yapılması halinde, bölgenin barış ve istikrarına katkı sağlana cağı kuşkusuzdur. İran'ın, böylesi bir anlaşmanın "yol haritasını" oluşturabilecek teklifleri, 2003 Mayısında Tahran'daki isveç Büyükelçisi Tim Guldimann aracılığı ile ABD'ye ilettiği bilinmektedir. Bu teklilerin, "Hamas ve İslami Cihad örgütlerine yardımın kesilmesi, Hizbullah'ın gerilla örgütü yapısından çıkarılarak sadece politik bir örgüt haline getirilmesi karşılığında, ABD'nin İran'a karşı sürdürdüğü ambargoyu kaldırması ve İran'da rejimi değiştirme çabalarına son vererek, ilişkilerin normalleşmesini", içerdiği açıklık kazanmıştır.
Grand Bargain "Büyük Pazarlık" ismiyle anılan iran ve ABD arasındaki dolaylı görüşmelerin bütün ayrıntıları basına sızmış olmakla beraber, teklifleri verenin de alanın da konuya ilişkin resmi yorum yapmaktan kaçındığı gözlenmektedir. Başkan Bush'un bu teklifleri elinin tersiye geri çevirmesinde, Irak'ta kazandığını sandığı zaferin etkisi elbette büyük olmuştur. Irak'tan sonra iran'daki rejimi de devirmeyi hedefleyen Bush'un, uzatılan zeytin dalını umursaması beklenemezdi.
"Büyük Ortadoğu Projesini" Ortadoğu'da destekleyen ne halk, ne de yönetim (Türkiye ve İsrail hariç) bulamayan Bush'un, Irak'ta kendisini rahatlatacak nisbi bir istikrarı sağlamak için iran'ın desteğine ihtiyaç duyması, iki ülke arasında yeni bir diyalog sürecini gündeme taşımıştır. Gerçekte bu diyalog zemininin pek çürük olduğu da söylenemez, iran'a en büyük iyiliği, Saddam ve Taliban yönetimlerini devirerek, "Büyük Şeytan" dediği ABD yapmıştır. Bunun sonucu olarak İran'ın bölgedeki nüfus ve etkinliği artmış, petrol fiyatlarının artması İran'ın elini güçlendirmiştir. Diğer taraftan ülke içerisinde kredisi hayli düşen ve tenkide uğrayan'**' Ahmedi Nejat'ın yurt dışındaki popülaritesi Bush sayesinde artmıştır. Belirtilen zeminde iki ülke arasında 28 Mayıs 2007 tarihinde başlayan görüşmelerin dördüncü raundunun önümüzdeki günlerde başlaması beklenmektedir. Görüşmelerde gündemin "Irak" ile sınırlı olduğu, ABD tarafından özellikle vurgulansa da, görüşme kapsamının genişletilmesi kaçınılmazdır. Gelecek yıl (2009), Bush ve Ahmedi Nejat'ın sahnedeki yerlerini bırakacak olması görüşme ortamını daha da olgunlaştıracağından emin olabiliriz.
ABD'nin başta Bayan Clinton olmak üzere, önde gelen politikacı ve düşünürler arasında iran ile diyalog kurma taraftan olanların sayısında hayli artış olduğu gözlenmektedir. Bayan C. Rice, 28 yıllık iran politikasını değiştirmeyi ve iran ile "ikiyüzlü" olmayan görüşmelere taraftar olduğunu açıklamıştır. ABD Dışişleri Bakanının bu beyanına ilave olarak, İran'da rejimi değiştirmek gibi bir amaçlarının bulunmadığını açıklaması, elbette İran'ı memnun etmiş olmalıdır. Ancak Başkan Bush'un Condi'nin politika değişikliği konusundaki sözlerine yorum getirmekten kaçındığı ve "İran'a karşı uluslararası baskıların sürmesi gerektiği" yolundaki ısrarından henüz vazgeçmediği gözlenmektedir. ABD'nin bu aşamada "faydacı" bir tutum izleyerek, İran'daki rejimi değil, karşılıklı diyalogla rejimin tavrını değiştirmeye çalışması daha uygun olacaktır. Ülkeler arasındaki sorunlara çözüm arayışında ekonomik ve askeri "zorlayıcı tedbirler" elbette gündeme gelebilir. Ancak bu tür tedbirler barışçı yol ve yöntemlerin tıkanmasından sonra anlayışla karşılanabilir. ABD'nin İran'a karşı askeri güç kullanmaya yeltenmesinin mevcut rejimin ömrünü uzatmaktan başka bir işe yarama yacağı artık anlaşılmış olmalıdır. Diğer taraftan, ABD ile Iran arsındaki ilişkilerin normalleşmesinin Arap-İsrail barış görüşmelerine katkı sağlayacağı kuşkusuzdur.
Arap-İsrail Barış Görüşmeleri
Birleşmiş Milletlerin, Filistin topraklarında iki devletin kurulmasına ilişkin verdiği kararın (29.11.1947) ardından 60 yıl geçmiş bulunmaktadır. İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra aynı topraklarda bir Arap Devleti'nin vücut bulamaması, Ortadoğu'da yaşanan sorunların her zaman tetikleyicisi olagelmiştir. Bu gerçeğin ABD Başkanlarının hep giderayak akıllarına gelmesi doğrusu biraz tuhaf kaçıyor. Bush'un,"Ortadoğu'ya barış, istikrar ve demokrasiyi getiren başkan" olarak kayıtlara geçme ihtirası, nihayet onu Clinton gibi "zararsız ama nafile bir adım" atmasına vesile olduğu söylenebilir. Sözü 27 Kasım'da Annapolis'te başlatılan Ortadoğu barış görüşmelerine getirmek istiyorum.
Bush'un başkanlık döneminde taraflar arasında bir çerçeve anlaşması yapılmasını öngören konferansın açılışı, perde geç açılmış olsa da, düzenli ve gösterişli bir şov sayılabilir. Filistin Yönetimi'nin meşru temsilcileri sayılması gereken Hamas'ın tek bir üyesinin dahi sahnede yer almayışı, şovun en önemli eksiği sayılabilir. Bu eksiklik, "iki devletli çözüm" arayışına son noktayı koyması muhtemel görülmektedir. İsrail ve Filistin delegasyonlarının şimdilik en son dakikada üzerinde anlaştıkları konu, Başkan Bush'un Konferansta yaptığı 437 kelimelik açış konuşmasıdır.
Konuşmanın içeriğinde barış için "ortak payda" teşkil edecek herhangi bir nokta bulmamaktadır. Tarafların iki devletli bir çözüme evet demelerine karşılık; barış görüşmelerinin odak noktalarını oluşturacak "Hudutlar, Kudüs, İsrailli Yerleşimciler, Filistinli Mülteciler" konularına hiç değinilmemiştir.
Barış görüşmelerinde Filistinlileri uysallaştırmak için maddi ödül konması da ihmal edilmemiştir. Filistin Devleti'nin kurulması için ihtiyaç duyulan finansmanı karşılamak üzere, 18 Aralık 2007 tarihinde 87 ülke ve uluslararası örgütün katılımı ile Paris'te bir konferans düzenlenmiştir. Konferansa katılan ülke ve uluslararası kuruluşlardan üç yıl içinde ödenmek üzere 7,4 milyar dolarlık yardım vaadi alınmıştır. Anlaşılacağı gibi yardımın ön şartı, bir yıl içerisinde tarafların bir çerçeve anlaşmasında uyuşmalarıdır. Bu-nun imkansız olmasa bile çok zor olacağının bilinmesi, yardım vaatlerini beklenenin üzerinde kabartmıştır.
Bu konferansta dikkati çeken husus, Bush'un "kötülük ekseninde" saydığı Suriye'yi de düzenlenen konferansa davet etmiş olmasıdır. Suriye'nin katılım şartı olarak ileri sürdüğü "Golan Tepeleri'nin" yapılacak görüşmelerin kapsamına alınmasının kabul görmüş olması, ayrı bir önem taşımaktadır. Barış görüşmelerinin bir sonuç vermesi beklenmese de, Suriye'nin konferansa daveti, bir bakıma ABD ile Suriye arasında bir diyalog kapısının aralanmakta olduğunun ilk işareti sayılabilir.
ABD'nin gerek içeride, gerekse dışarıda yaşadığı sıkıntılar, "süper gücü" önümüzdeki dönemde daha da zorlayacağa benzemektedir. Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyetindeki gelişmeler ise, "Dünya Şerifi'nin" atacağı yeni adımlarda daha dikkatli olmasını gerektirebilecek niteliktedir.
Rusya Federasyonu
Rusya'nın ekonomik ve askeri gücü, Batı ile ilişkileri Türkiye'nin iç ve özellikle dış politikasını her zaman derinden etkilemiştir. Bunun ötesinde 20'nci asrın başlarında dünyamızı derinden sarsan ve şekillendiren olaylar zinciri nasıl Çarlık Rusya'sının yıkılması ile başlamışsa, aynı asrın sonunda SSCB'nin yıkılmasının da 21'nci Yüzyılın şekillendirilmesinde önemli bir yeri olduğu yadsınamaz. Ülkemizin Rusya Federasyonu ile ilişkilerinin parametresini belirlerken, bu ülkenin Batı ve özellikle ABD ile giderek soğumakta olan ilişkilerinin nedenlerini doğru kavramak gerekir. Bu nedenler SSCB'nin yıkılması ve Rusya Federasyonu'nun kuruluş aşamasından bu güne kadar yaşananlarda saklıdır. Bu noktada bazı hatırlatmalar yapılması uygun olacaktır.
1991 ve 1992 yıllarında SSCB içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulabilmek için Berlin Duvarı'nın yıkılmasına, Doğu Avrupa'da konuşlu Kızıl Ordu birliklerinin (34 Tümen) kendi sınırlarına geri çekilmesine, Varşova Paktı'nın dağılmasına ve de SSCB'yi oluşturan 15 Cumhuriyetin bağımsızlığını ilan etmesine hiçbir ciddi direnişi olmamış, Amerikan tarzı kapitalizm ve yaşam tarzına kucak açmıştı, içinde bulunduğu kaos'tan çıkabilmek için acil yardıma ihtiyacı olan Rusya Federasyonu, Baba Bush'un Saddam'ı kuvvet kullanarak Kuveyt'ten çıkartmak için Güvenlik Konseyi'ne sunduğu karar tasarısını veto etmekten kaçınmıştı. Rusya Federasyonu'nun kemen de olsa sergilediği bütün bu "anlayışlı" tutuma karşılık, Batı'dan "nasihat" dışında alabildiklerine kısaca göz atalım.
Varşova Paktı ve SSCB'nin dağılmasının hemen ardından, NATO'nun ve Avrupa Birliği'nin Doğu'ya doğru genişlemesi hız kazanmış, eskiden Varşova Paktı'nın üyesi durumunda olan altı ülke ile SSCB'nin eski üç cumhuriyeti NATO üyesi olmuştur. Halen Ukrayna ve Gürcistan'ın NATO üyeliğine kabulü için ciddi gayretler sarf edilmektedir.
Nixon - Brejnev'in imzaladığı ABM (Füzesavar) anlaşmasını ABD tek taraflı olarak fesih etmiş, Polonya ve Çek Cumhuriyeti topraklarında "füzesavar sistemleri" konuşlandırmak için çalışma başlatılmıştır.
ABD'nin önayak olmasıyla Yugoslavya parçalanmış, Azerbaycan ve Orta Asya'dan Avrupa'ya uzanan petrol ve doğal gaz boru hatlarının inşasında Rusya'yı devre dışı bırakma gayretleri görülmüş, Rusya Federasyonu'na komşu ve mücavir bölgelerde hükümetler örtülü ve açık faaliyetlerle (Portakal, Gül, Lale devrimleri ile) devrilmiş ve ABD'nin bu bölgelerde daimi askeri üs tesis etme girişimleri öne çıkmıştır. Rusya Federasyonu'nun ekonomik, sosyal ve siyasal çalkantıların içerisinde bulunduğu bir dönemde kendi güvenlik ve çıkarlarını tehdit eden bu gelişmelere tepki gösterememesi, Rus toplumunu derinden etkilemiştir.
Mart 2000'de Cumhurbaşkanı seçilen Putin, ülkesini 1990'lı yılların ekonomik, siyasi ve toplumsal depresyonundan çıkarmayı başararak, Rusya Federasyonu'nu yeniden güçlü bir oyuncu olarak, dünyamızın siyasi ve ekonomik arenasına taşımayı başarabilmiştir. Putin'nin ülkesinde sağladığı siyasi ve ekonomik istikrar kısa sürede meyvesini vermiş, ulusal gelirini üçe katlayarak, çalışanların aylık ortalama gelir seviyesini 81 dolardan 550 dolara çıkarmıştır. İzlediği sosyal politikalar sonucu, ülkede orta sınıf güçlenerek Rus toplumundaki yoksulluk sınırı yüzde 27'den yüzde 15'e düşmüştür.
SSCB'nin çöküşünün ardından Yeltsin döneminde özelleştirme furyasında çok ucuz fiyata yerli ve yabancı şirketlere satılan dev Petrol (Lukoil) ve doğal gaz (Gazprom) şirketleri tekrar devletleştirilerek, devletin eli güçlendirilmiş, iç ve dış siyasette önemli bir araç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Enerji sektöründe tekelleşmeye gidilirken, "pazar ekonomisi" uygulaması titizlikle sürdürülmüştür. Uygulanan ekonomik, toplumsal ve siyasal politikaların en önemli sonucu, Rus halkına ulusal gurur ve özgüvenini tekrar kazandırmış olmasıdır.
Bu gelişmeler, geçmişte yaşanmış onur kinci olayların da etkisiyle, Rusya'nın Batı ile ilişkilerinde daha dik bir duruş sergilemesine yol açmıştır. Rusya'nın çıkar ve güvenlik mülahazalarını dikkate almadan ABD ve NATO'nun attığı adımlardan ve yapılan emrivakilerden duyduğu rahatsızlığı 43 ncü Münih Güvenlik Konferansımda (10.02.2007) Putin bütün açıklığı ile bizzat dile getirmiştir. Büyük yankılar uyandıran Putin'in konuşması, bazı çevrelerce ABD ve Rusya arasında "soğuk savaşın" habercisi olarak yorumlanmıştır. Bu noktada bir parantez açarak, Türkiye'nin soğuk savaşın bütün hızıyla sürdüğü dönemde bile, Sovyetler Birliği'nin asgari güvenlik gereksinimlerine saygı göstererek, NATO'nun ısrarlarına rağmen Karadeniz'de ve Doğu Anadolu'da müşterek sınırlarımız boyunca çok uluslu tatbikatların yapılmasına müsaade etmediğini hatırlatalım. Putin'in konuşmasında, Rusya Federasyonu'nu tedirgin eden ABD'nin önayak olduğu veya bizzat üslendiği girişimler açıkça ortaya konmuş ve irdelenmiştir. Putin'in konuşması Rusya'nın Batı ile ilişkilerinde yeni bir dönemin başlamakta olduğunun işaretidir.
Putin'in 10 Şubat 2007 tarihinde Berlin'de yaptığı çıkışın ardından Batı Ülkelerinde tedirginlik yaratıcı askeri önlemleri de kendi ağzından gündeme getirmeye başlaması dikkat çekicidir. 17 Ağustos 2007'de "Stratejik Bombardıman uçaklarının uzun mesafeli devriye görevlerine başlayacağını ve bunun anlayışla karşılanacağını umduğunu" ifade etmiştir. Soğuk savaş döneminde nükleer silah taşıyarak devriye görevi yapan bu uçakların şimdilik nükleer silah taşımaları beklenmemektedir. NATO'nun Doğu'ya doğru genişlemesinin Rusya'nın güvenliğini tehdit ettiğini ileri süren Putin Avrupa Konvansiyonel Silahlar Anlaşması'nı askıya aldığını 12 Aralık 2007 tarihinde ilan etmiştir. Bunların dışında her vesileyle Rus Silahlı Kuvvetleri'nde meydana gelen gelişmelerin, modern teknoloji ile silah sanayinde sağlanan başarıların her vesileyle gündeme getirildiği gözlenmektedir.
Rusya Federasyonu ile ABD arasında başta Kazakistan olmak üzere ABD'nin henüz arka bahçesine katamadığı doğal kaynaklar zengini Orta Asya ülkeleri ile bütün Ortadoğu ve Kafkaslar, başlıca rekabet alanlarını oluşturmaktadır. Diğer taraftan, Slav bağlantısı olan bir kısım Doğu Avrupa ülkelerini kendi arka bahçesi sayan Rusya'nın, bu ülkelerin Batı'ya daha fazla kaymalarını önleyebilmek için her türlü baskıyı kullanacağından kuşku duyulmamaktadır. Şimdilik Rusya'nın gerek Batı Avrupa ve gerekse Doğu Avrupa ülkelerine karşı kullandığı en etkili silahın "doğal gaz" olduğu görülmektedir. Avrupa ülkelerinin birçok konuda ABD'yi yalnız bırakma veya ABD'nin istediği desteği tam verememesinde bu silahın kullanılma tehdidinden kaynaklandığı söylenebilinir. Enerji bağımlılığı, Avrupa ülkelerinin Rusya'ya karşı ortak bir politika izlemelerini engellemekte, Rusya da AB ülkeleri ile münferit sözleşmeler gerçekleştirmektedir. Bunun son örneği Rusya'nın Yunanistan ile Burgaz-Dedeağaç arasında petrol boru hattı inşasına ilişkin yaptığı sözleşmedir. Yunanistan'ın Rusya ile bir stratejik ortaklık geliştirme peşinde olduğuna ilişkin haberler AB'de tedirginlik yaratmaktadır.0 Orta Asya ülkelerinde bulunan zengin petrol ve doğal gaz yataklarının arama ve işletilmesi haklarının elde edilmesi için oynanan "büyük oyunda" Rusya ve Çin'in öne geçmekte olduğu gözlenmektedir. Özbekistan'ın kapılarını Batı'ya kapatarak Rusya ile özel anlaşmalar yapması bu konuda önemli bir kilometre taşını simgelemektedir.
ABD'nin "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne" karşılık, Rusya'nın "Avrasya" ağırlıklı projelerin peşinde olduğu ve bu kapsamda Türkiye ile ilişkilerine özel önem verdiği gözlenmektedir. Başta Çin olmak üzere, Uzakdoğu ülkeleri ve Hindistan ile ilişkilerinde, rekabetten çok karşılıklı çıkar ilişkisini öne çıkarması, coğrafi konumunun kendisine sağladığı avantaj, Rusya Federasyonu'nun elini güçlendirmektedir.
ABD ve Rusya arasındaki derin görüş ve çıkar ayrılığının varlığı, iki ülke arasında normal rekabetin ötesine taşan "soğukluğun" görünür gelecekte de kolay kolay giderilemeyeceğini düşündürmektedir. Bu gerçeğin yeni bir soğuk savaş dönemini başlatması, dünya "ağırlık merkezinin" giderek daha fazla Doğu'ya kaymakta oluşu ve çok kutuplu bir dünya düzenine geçiş nedenleriyle, pek olası görülmemektedir. Diğer taraftan Avrupa Ülkeleri, ABD ve Rusya arasında daha fazla sürtüşmenin kendileri için yaratacağı olumsuzlukların elbette farkındadır.