OSMAN BEY VE SOYU OSMANLI AİLESİNİN VE OSMANLILARA AİT BİR BÖLGENİN OLUŞMASI
Ertuğrul oğlu Osman Bey'in ataları, Selçuklu bayrağı altında hizmet vermemişlerdi. Onlar, Türkmen'di; doğudan, Oğuz boyundan gelen, Farsça ve Rum gelenekleriyle henüz tanışmamış göçebe Türklerdi. Emrinde yüzlerce çadır olan Süleyman Bey, Moğol akınlarıyla birlikte Türkistan topraklarından ayrılmış ve Yukarı Fırat'a yerleşmişti. Bu şekilde gelen Türk boylarının bir çoğu kısa zaman sonra haritadan silinmişse de bu boy genişlemiş ve aralarından eşkıyalar, yiğitler ve çobanlar çıktığı gibi, kanun koyucular, devlet adamları ve hükümdarlar da çıkmıştı.
Osmanlı tarihçileri ve jenealojistleri (soy araştırmacıları) büyük Moğol ordusunun küçük bir bölümünün mütevazi beyi hakkında çok fazla bilgi sahibi değildiler. Onlar için o, Farsça bir ünvan kullanmak gerekirse bir şahtı; atalarından on yedisi isimleriyle bilinmekte idi ve bir Türk bilginine göre soy ağacı daha da derinlerine gitmek zorunda olduğu için, Osmanlı hanedanı sonunda ünlü Nuh Peygamber'e bağlandı. Süleyman Şah, yetenekli bir binici idi ve binlerce yiğidi yönetirdi. Adı geçtiğinde bütün Anadolu titrerdi. Ama sayısız kâfirin dar vadilerde ve kalabalık şehirlerde bir arada yaşadıkları sevimsiz bölgeler uğruna yapılan sürekli savaşlar, ona göre değildi. Fırat kıyılarını takip ederek Suriye'ye girdi - burada belki de diğer Süleyman, Selçuklu Sultanı Süleyman Şah hatırlandı. Halep yakınlarında nehri geçmeye çalışırken, tıpkı kendisinden önce büyük Alman İmparatoru'nun Anadolu'da başka bir nehirde boğulması gibi, atı ile birlikte derin sularda boğuldu.
Mezarının, eski bir Türk mezarının bulunduğu söylenen yerde olduğu iddia edildi.
Şah'ın, hepsi de gerçek Türk isimleri taşıyan Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar adında oğulları olduğu söylendi, ama o dönemin güvenilir kaynaklannda sadece Ertuğrul'un adı geçmektedir. Çok teferruatlı bilgiler veren tarihçi Pahimeres (Pachymeres) onu tanımamaktadır. Ertuğrul Bey'in adı tarihte ilk kez, Türk kaynakları kullanan ve Avrupa'daki Türk hükümdarlığını eski imparatorluğun devamı olarak gören 15. yüzyılın tarihçilerinden Halkondil (Chalkokondylas)'in kaynaklarında geçmektedir, ancak burada Oğuz Alp'in oğlu ve "büyük hakim" Gündüz Alp'in torunudur. Hakkında anlatılanlar da Rum kaynaklarda şüphesiz tahrif edilmiştir. Sultan Alaeddin Keykubad'ın Konya'da henüz tahtta olduğu dönemlerde önemli bir donanmaya sahip olduğu ve gemilerinin Eğriboz Adası'na ve Mora sahillerine kadar geldiği anlatılmaktadır4. Ayrıca, Misya bölgesinde denizden 250 kilometre uzaklıktaki Söğüt'te(Thebasion) küçük bir barbar devleti yönettiği söylenmektedir. Türk yıllıkları, Bilecik Kalesi yakınlarındaki Domaniç Dağı'nın eteklerindeki bu ilk "başkenti" tanımaktadırlar, ama nedense "başkentte" olmalarına rağmen, burada yaşayan insanlar yazın hep dağlardaki yaylalara çıkmaktaydılar.
Ertuğrul Bey, muhtemelen İmparator Laskaris'i esir alıp, sultana sattıkları zamanlardaki gibi, Anadolu'da varlık gösteren ve her hükümdar için hem tehlikeli, hem de çok değerli olan Türkmenlerin lideri büyük Alaeddin'in komutanlarından biri idi. Türk rivayetlerine göre, önce Ankara'da, sonra Karaca Dağı'nda görüldü. Türkmen lideri Alaeddin, Moğollara karşı yaptığı savaşta Ertuğrul Bey'in komutasındaki 400 Türkmen'i kullanmıştı. Her güçlü komutan gibi, ona da ödül olarak toprak, yani Söğüt verilmişti. Türk kaynakları doğru ise Karahisan da almıştı. Ancak bu Türkmen'e bu başarılar yetmemişti. Adamları, Bizans'ın vergi memurlarının baskısı altında ezilen zengin, ama çaresiz köylülerin yaşadığı Marmara Denizi'nin ve İstanbul Boğazı'nın Anadolu tarafında ganimet toplamaya başladılar.
Türkmen lideri Alaeddin'in ölümünden sonra Ertuğrul Bey bağımsızlığını kazandı. Yönetimi altındaki Türkler, her yıl bahar aylarında dağlardaki yaylalara çıktılar; gençler ise cesaretlerini ve yeteneklerini göstermek ve ganimet toplamak için Bizans'a ait topraklara geçtiler.
Ertuğrul Bey'in 93 yaşına kadar yaşadığı anlatıldı:
Söğüt'teki mezarı daha sonra Türk gezginleri tarafından sık sık ziyaret edilmişti. Ertuğrul Bey hakkında anlatılan hikâyelerde ayrıca hanedanının parlak geleceğinin kendisine gösterildiği vizyonlardan ve rüyalardan da bahsedilir.
Kendi adını taşıyan devletin kurucusu olan Osman Bey'in hayatı, Türk efsanelerinde daha da süslenerek anlatılmaktadır. Kurulan yeni imparatorluğun ilerki dönemlerinde yaşayan tarihçiler, gittikleri her yerden zaferle dönen Osman Gazi'nin yanındaki akrabalarından ve sadık arkadaşlarından bahsederler. Kardeşi Sarubatu Savcı Bey, Rum komutan Kalanos ile yapılan cenk sırasında şehit oldu. Söğüt'teki mezarı kutsal kabul edilir. Sarubatu Savcı Bey'in oğlu Bayhoca da silahlarını hor görülen Hristiyanlara karşı kullandı . Osman'ın diğer kardeşi Gündüz Alp'in oğlu Ak Timur büyük meydan muharebelerinden bir çoğuna katıldı ve amcası Osman Bey'in elçisi olarak, Konya'da bulunan ve devleti çökmekte olan Selçuklu Sultanı'nın yanına gönderildi. Ertuğrul Bey'in kardeşi olan babası ile aynı adı taşıyan yeğeni Dündar, askerî bir teşebbüsün yapılmaması yönünde tavsiyelerde bulununca, bizzat Osman Bey tarafından atılan bir okla acımasızca öldürüldü. Gündüz Alp'in diğer oğlu Aydoğdu, ittifak kuran Hristiyan ve Müslüman komşularla Koyunhisar önünde yapılan büyük meydan muharebesinde hayatını kaybetti ve şehit mertebesine yükseldi; mezarının, hasta atları ve ateşli hastalıklara yakalanan insanları iyileştirme gücüne sahip olduğuna inanılır.
Aynı kaynaklar, Osman'ın İtburnu köyündeki güzel Mal Hatun'a olan aşkından; ticaret yolu üzerinde bir han, bir imaret işleten Şeyh Edebali'den; Osman'ın bir gece konakladığı sırada sembolik olarak rüyasına girip, kısa bir süre sonra eşi olacak kızı Mal Hatun'dan ve onun daha sonra Paşa mertebesine yükseltilecek olan Hayreddin ile evlenen kız kardeşinden bahseder. Mal Hatun, yiğit Orhan Bey'in ve Selçuklu Sultanı Alaeaddin'in adını taşıyan, ancak kısaca Ali olarak da çağrılan Aleaddin Bey'in anneleri idi. Mal Hatun, Bilecik Kalesi'nin sahibi olan Şeyh Edebali'nin ölümünden aylar sonra ileri bir yaşta öldü ve bu kalede babasının mezarının yanına gömüldü. Osman Bey zamanında cereyan eden birçok hadisenin görgü tanığı olarak Şeyh Edebali'nin oğullarından biri olan Mahmud Paşa'nın adı da bu kaynaklarda sık sık geçer.
Osman Bey'in her zaman yanında olan ve nihayetinde Müslümanlığa geçen Hristiyan komşusu Harmankayalı Köse Mihail'den en sadık dostu olarak bahsedilir. Hizmetlerinin mükâfatı olarak kendisine Sorkun ve Karatekin timarları verilen, her zaman hizmete hazır Samsa Çavuş'un yiğitlikte en az kendisi kadar güçlü bir de kardeşinden bahsedilir, Sülemiş.
Osmanlı hanedanı kurucusu tarafından seçilen ve Gazi ünvanı ile ödüllendirilen başkaları da vardır:
Draz (Tâz) Ali, Dursun Fakih, daha sonra Yarhisar hükümdarı olan Hasan Alp, kendisine timar olarak İnegöl verilen Turgut Alp, Balabancık, Saltuk Alp, Karatepeli Konur Alp, İstanbul Boğazı'nın etrafındaki bölgelerin valisi Abdurrahman ve İpsilili Akça Koca; hepsi, tarihçiler tarafından kahramanlıkları ile anlatılırlar.
Çok fazla güvenilir olmayan Türk kaynaklarında Osman Bey'in bütün destekçileri, komşuları ve düşmanları detaylı olarak anlatılmıştır. Bu kaynaklarda Konya'daki Selçuklu Sultanı II. Alaeddin'in; mağlup olduktan sonra Osmanlı bölgelerine bir daha saldırmayacağına yemin etmek zorunda kalan Germiyanlı Tatar Candar Bey'in de adı geçer. Ayrıca, düzenli ve disiplinli bir idare eksikliğine rağmen, Türklerin hisar diye adlandırdıkları kalelerinden, kuzeyde İznik, batıda büyük Bursa Şehri ve Türkler tarafından Keşişdağı olarak adlandırılan Olimpos Dağı [Uludağ], güneybatıda ise (Osmanlıların eski ve şehir kelimelerinden türeterek, "Eskişehir" olarak adlandırdıktan) eski Doryleon Şehri ile birleşen Porsuk Çayı ve Sakarya Nehri arasındaki bölgeyi yönetmeyi başaran Hristiyan tekfurlara rastlanır.
Osmanlı kroniği, ırk ve din açısından ayrılsalar bile tesisleri, gelenekleri ve ahlak anlayışları açısından Müslüman işgalcilerden çok fazla farklılıklar göstermeyen bu küçük feodal beylerin bahtsızlıklarını anlatır:
13. yüzyılda Ren Nehri kenarında yaşayan baronlara benzer şekilde hüküm süren Bizanslı Bilecik (Belokoma) hakimi, Osman Bey tarafından öldürülüp ve kalesi zapt edildi. Zuplion'daki komşusunun kaderi de farklı değildi. Rumca adı Melangeia olan Karacahisar, Hristiyanlann elinden alındı. Yakınında bulunan göle ithaf edilerek Türkler tarafından İnegöl diye adlandırılan Angelokoma'nın Bizanslı valisi, Söğüt'teki eşkıya yuvasından yola çıkarak ilerleyen fatihlerden kaçtı. Sıra, Chalke (Kolçe) ve Sakarya Nehri'nin ötesinde Sorkon'daki Hristiyanlara geldi. Zaman zaman Bizans imparatorlarının da konaklamış olduğu ve Akgöl diye adlandırılan eski Philomelion Şehri de "Gazilerin" gelişine şahit oldu. Sakarya Nehri üzerinden geçen beş köprüyü temsilen "köprülerin kalesi" olarak adlandırılan Köprühisar, Türklerin eline geçti . Kelbianon (Gelfilon)'da Rum muhafızların yerine Türk sipahiler yerleştirildi. Yarhisar da tutunamadı. Osman Bey'in büyük oğlu, kale komutanının, Bursa'da mezarı "Kaplıca ve İmaret yakınlarında sur dibinde" bulunan, güzelliğiyle dünyaca ünlü kızı Nilüfer Hatun'la evlendi. Türklerin İznik dedikleri Nicaea'dan sadece 20 mil ne uzaklıktaki Yenişehir Kalesi, çok daha önemli bir fetihti. Küçük Osmanlı Beyliği'nin başkenti buraya taşındı ve şehrin adı zamanla - ama çok daha sonra - Beyşehir'e dönüştürüldü . Başlarında Bursa komutanı ve Teke'nin Müslüman Beyinin yardımıyla komşu bölgeler Osman Bey'e karşı ayaklandıklarında aralarındaki Türk rakipler, artık Ulubad diye anılan Lopadion Şehri'ne kadar takip edildiler. Teke Beyi, burada Bizanslı komutan tarafından soydaşı olduğu düşmanlarına teslim edildi ve öldürüldü. Lüblüce (Leblebici) Hisar komutanı Osman Bey'in hükümdarlığını tanımak zorunda kaldı ve oğluyla birlikte Osman Bey'in ordusuna katıldı. Lefke, onun ardından da Mekece Kalesi teslimiyetini ilan etti. Akhisar ve Gevye komutalarının, bu kaleleri Bizans adına muhafaza etme çabalan da sonuç vermedi. Karatepesi, Karatekin, İpsi ve Halonas ya da nam-ı diğer Tuzpazarı kısa aralıklarla, Bizans'ın timar örneğine uygun olarak, bütün bölgeye sahip olan ve Osman Bey'in zekâsı, her fırsatta ön plana çıkmaktaydı. O, hileler ve aldatmacalarla adamlarını güçlü kalelere sokmayı başarırdı. Adamları kılık değiştirerek, köylü kadınlar olarak pazarlara gittiler, ya da sözde güvenli bir yere gitmek üzere yola çıkan Söğütlü Beyin ailesindeki kadınlara eşlik ettiler. Düğün ziyafetleri ve dostane ziyaretler ustaca kullandı. Selçuklu zamanındaki şövalyelik ruhu artık yoktu; Anadolu'nun bu yeni beyleri, çöl eşkıyalarının geleneksel sanatını, Rum komşularının kurnazlığı ile birleştiriyorlardı. En fazla yalan söyleyen, en çok kazanırdı. Osman Bey, bu sanatta sefil Bizanslılardan daha üstün olduğunu defalarca gösterdi.
Diğer taraftan Osman Bey'in merhametli ve adil bir hükümdar olduğu da anlatılır:
Hristiyanları korur; sübaşılarına, halkı din ayrımı yapmadan kollamaları yönünde emir verir ve kadılar tarafından yürütülen yargının yanı sıra Hristiyan rahipler tarafından yürütülen yargılar da hoş görülürdü. Pazar vergileri, hiçbir yerde onun, her soydan tüccarın kesin güvenliğini sağlayan bölgesinde olduğu kadar düşük değildi. Osman Bey'in hayatındaki ilk olaylarından biri, güvenliği sağlamak için trafiği rahatsız eden eşkıyaları dize getirmesi idi.
Osman Bey'in, Söğüt'te mütevazı bir komutan olarak Oğuzlarının arasında yaşadığı ve Osmanlı ordusunun tarlada çalışmasının hor görülmediği - efsanelerde, tarlada çalışanlan yemek saatinde pilav dolu kazanın başına çağıran beyaz bir bayraktan bahsedilir - ve kervanların yolunu kesen eşkıyalara karşı elde edilen başarıların büyük bir zafer olarak görülmek zorunda olduğu ilk yıllarda, Konstantiniyye'de hiç kimse bu önemsiz beyin varlığından haberdar değildi. En başta Germiyanoğullarının Beyi olmak üzere, Türk komşuları da onunla ilgilenmiyorlardı. Daha sonra Konya sarayına gönderilen elçiler; Selçuklu Sultanı tarafından yeşil bayrağın ve sorgucun kendisine verilmesi; ikindi vakti kendisine gönderilen ve gazilere her seferlerinde savaş müzikleriyle eşlik eden davullar hakkında anlatılanlar, muhtemelen Osmanlı tarihinin başlangıcını her daim süsleyecek olan rivayetlerdir. II. Alaeddin'in, Osman Bey'e sadece güneyde önemli bir şehir olan Eskişehir'i değil, Germiyanoğullarının beşkenti olan Kütahya'yı, hatta Ankara'yı miras bıraktığı sözde vasiyetname de aynı amaca hizmet etmektedir.
Osman Bey'in icraatlan, ancak Türkiye Selçuklu Devleti yıkıldıktan sonra hiçbir hükümdarı kabul etmemesinden ve bağımsız bir beylik kurmasından sonra İstanbul'daki siyasilerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Çok uzun zamandan beri - 13. yüzyılın son yıllarında - daha önce kim oldukları bilinmeyen Türkler, imparatorluğun sınırlarını aşmış ve Bursa'ya kadar her yeri talan etmişlerdi31, hatta Türk kaynaklarında ayrıca ilk Türkiye Selçuklularının karargâhlarını kurdukları İznik'in geçici de olsa Türkler tarafından bir kez fethedildiği ve İznik'teki bir saray ve bir çeşmenin hâlâ Osmanlı komutanı Drâz Ali'nin adını taşıdığından bahsedilir, ama bu hadiseler, Osman Bey'in sultana karşı bağımsızlığını henüz ilan etmediği yıllara aitti. Ancak, 1301 yılında İzmit yakınlarındaki Türkçe adı Koyunhisar olan Baphaeon Kalesi'nin önünde müttefik Rum birliklerinin komutanları ile karşı karşıya geldiğinde, Osman Bey artık Türk gücüne ve Türk kahramanlıklarına, aynı zamanda özenli ve tarafsız Moğol idareciliğine ve bölgesinde babadan oğula miras olarak geçen timarlık gibi Rumlardan alınan kurumlara dayanan kendi Müslüman ülkesinin hükümdarı olarak hareket ediyordu. Osman Bey, burada 27 Haziran tarihindeki savaştan zaferle çıktı. Eyaletin, Osmanlıları değil oradan çıkartmak, ilerlemelerini durdurmaya bile yeterli olmayan 2 bin Rum ve Tuna Eflaklarından oluşan bir orduya sahip en üst askeri yetkilisi Muzalon, kaybettiği konumu tekrar kazanmak için sürekli çaba gösterdi, ama başanlı olamadı. Sadece izmit, iznik, Bursa ve Erdek, Biga, Ulubad ve Achyraos gibi büyük şehirler imparatorluğa bağlı kalabildi. Osman Bey, bu tarihten sonra imparatorluğa bağlı eyaletler tarafından yerleşik bir komşu kabul edildi. O, artık "İznik dolaylarındaki bölgenin hükümdarı" idi.
Hastalanan Osman Bey, başkentte kalmak zorunda kaldığında bile yeni Türk beyliğinin sınırları genişletilmeye devam edildi. Bu genişlemeyi sağlayan, beylerinin iznini almaya gerek görmeden, sürekli yeni yerler alan gaziler idi. "Osmanlıları" - "Türk" olarak anıldıklarında, eski göçebe hayatına dair istenmeyeı14( anılar canlanırken, onlara bu şekilde seslenildiği zaman, kendilerini onurlandırılmış hissediyorlardı -dağlardan aşağı inerken görmek, Rumlar için alışkanlık hâline gelmişti. Artık ataları gibi talan etmeye değil, aksine ülkeyi sürekli ve ebediyen Osmanlı topluluğu adına işgal etmeye geliyorlardı ve barış isteyen her köylü, kendini güvende hissedebiliyordu. Osmanlılar ve Teke beyliği arasındaki üstünlük kavgası sona erdirilmişti. Diğer komşuları Germiyanoğulları, rakibini nasıl yok edebileceğini ya da kendine tâbi edebileceğini düşünürken, Osmanlılar Kütahya yakınlarındaki Eskişehir'i aldılar. Menderes kıyılarındaki Türkler ise artık çökmekte olan Bizans İmparatorluğu'na karşı müttefikleri idi.
Bizanslılar, aynı dönemlerde Osmanlılara karşı diğer Türkleri kullanmayı planladılar. Kuksimpakis (Koutzibaxes) İzmit'te komutan atandı36, ama böylesine büyük bir tehdit, olağanüstü harcamalar gerektiriyordu. İstanbul'un karşısındaki bu Anadolu Eyaletinin işgalcilerine karşı yapılacak yeni büyük bir sefer için gerekli parayı bulmak üzere, ruhban sınıfının ve saray muhafız alayının maaşları dahil olmak üzere saraydaki tüm ücretler donduruldu. İmparator vekili genç Mihail, Bergama'ya geldi ve buradan Erdek'e kadar ilerledi, ancak burada toplanan Türk birlikleri onu, utancından yataklara düşeceği Biga'ya kadar geri çekilmeye zorladılar. Osmanlıların akınları ise aynı hızla devam etti. Gazilerin komutası altında savaşan her birlik, hükümdarlarının bölgelerini genişletmek amacıyla riskleri kendilerine ait olmak üzere ilerledi. Tüm akınların ana amacı, Osmanlı hükümdarlığını Anadolu'nun tamamına yaymaktı. İmparatorluğun, Müslümanlar tarafından fethedilme tehlikesinin ilk öncüleri Hele, Beylerbeyi (İstavroz), Anadoluhisan, hatta Boğaziçi'nde görüldü. Başkent bile tehdit altında idi. İstanbul'da bu durumdan rahatsız olanlar, imparatorun "uyuşmuş veya ölü gibi" olduğunu haykırdılar. iznik, Osman Bey tarafından yeniden kuşatıldı, İzmit'te ise Türklere daha fazla direnecek kadar erzak yoktu. Bu dönemde tarihçi Pachymeres, ilk kez Müslümanların başarılarını ve Bilecik, İnegöl, Karacahisar, Anagurdis ve Platanea'nın kesin fethini ve Sakarya Nehri ile batıdaki kolu arasındaki Gürle ve Kite gibi kalelerin tahribini kaydeder. Osmanlılar Bilecik'te büyük zenginlikler bulmuşlardı. Ereğli ve Neakome'den iznik'e giden ticaret yolu kesildi ve kervanlar Gemlik üzerindeıi4 dolaşmak zorunda kaldı. Bizans birlikleri, eski başkente sadece geceleri erzak temin edebiliyorlardı. Bizanslıların yardım için gönderdikleri general, Pachymeres'e göre 5 bin Osmanlı savaşçıdan oluşan bir Türk
birliği tarafından kuşatıldı ve defedildi.
Ama Osman Bey, İznik'i fethetme isteğinden vazgeçmek zorunda kaldı. Erdek, Biga ve Ulubad, Bizanslıların elinde kaldı. Osman Bey'in, Bizans hizmetinde bulunan Katalan Roger'in cesaretine saygı duyduğu ve bu yüzden hızlı büyüyen küçük devletinin eksikliklerini gidermek için başka bir zamanı beklediği tahmin edilmektedir.
Katalan Roger, Bizans veliahtının emri ile alçakça öldürüldüğünde Konya'dan Söğüt'e kadar tüm Türkler için zafer anı gelmişti. Bu hadiseden sonra Bizans'ın düşmanı hâline gelen 3 bin Katalan ile Osmanlılar arasında ittifak kuruldu. Bizanslılar, Türklerin Asya'dan, Avrupa'ya geçişlerini her yola başvurarak engellemeye çalıştılar , ama boşuna. Kısa bir zaman sonra Katalanların yanına Halil Bey komutasında 500 Türk ve ayrıca 2-3 bin Türk'le, ölen Türkiye Selçuklu Sultanı II. İzzeddin'in Turkopolleri verildi. Batılı barbarlar, Avrupa'da Bizans'a ait arazilerin çoğunu dolaşıp gördükten sonra - Selanik'e kadar ilerlediler.
Toplanan zengin ganimetlerin bölüşülmesini istediler ve çoğu hükümdarlarının yanına döndü. Avrupa'da kalanlar Halil Bey ve Melik Bey adında birileri tarafından daha ileri götürüldüler. Halil Bey, bin atlı ile birlikte Sırp Kralı Duşan'ın hizmetine girerken, Melik Bey 1.300 at ve 800 askerle Makedonya'da karargâhını kurdu. Bizanslılar, onları ülkeden çıkartmak için boşuna çaba gösterdiler; Bizans'ın çift başlı kartallı bayrağı tehlikeye girdi ve barbarlar, yüklü miktarda paranın yanı sıra, Halil Bey'in küçümseyerek bir an için başına taktığı, inci ve değerli taşlarla bezenmiş imparatorluk tacını ele geçirdiler.
Nihayet, tehlikeli misafirleri ülkeden çıkartmak için Paleolog Files tarafından bir araya getirilen yeni bir ordu belirdi. Bu ordu Vize'de 1.200 Türk'le karşı karşıya geldi ve Vize yakınlarında bir muharebe başladı.
Türkler, savunmayı desteklemek amacıyla kağnılardan bir kale oluşturmuş ve ortasına kölelerini yerleştirmişlerdi. Meydan muharebesi başlamadan önce Rumlar şaşırarak, rakiplerinin silaha sarılmadan önce "başlarını toprağa sürdüklerini ve ellerini gökyüzüne kaldırdıklarını" gördüler. Türkler, bu muharebede mağlup oldular ve Gelibolu yakınlarındaki Gelibolu Yarımadası (Chersonesos)'na kadar takip edildiler. Bizans İmparatoru, mağlupların dönüş yolunu kesmek için Çanakkale'ye beş büyük gemi gönderdi ve Bizans saflarına 2 bin Sırp atlı katıldı. Galata'daki Cenevizliler de işgalcilerin yok edilmesini sağlamak için tedbirler almaya yardım ettiler. Türklerin artık kurtulması imkânsızdı. Kaçışları sırasında yanlışlıkla Rum gemilerine bindiler ve burada katledildiler43. Avrupa'daki ilk Türk macerası böylece sona erdi.
Katalanlar, Avrupa'ya geri dönmeden önce Anadolu'da kalan Osmanlılara Misya'daki Lüblüce Şehri'ni teslim ettiler. Osmanlılar, Avrupa akınına bizzat katılmamışlardı; bu disiplinli Türklerin kendi evlerinde yapacak daha önemli işleri vardı. Genel olarak doğru kabul edilen 1326 yılında komşu beye uzun zamandır yüklü miktarda vergi ödeyen Bursa Şehri, atık iyice yaşlanan ve ölümcül hasta olan Osman Bey'in oğlu Orhan Bey tarafından, aylarca süren bir kuşatmadan sonra ele geçirildi. Osman Bey, Anadolu topraklarının gelecekteki başkentini sürekli gözlemek ve rahatsız edebilmek için, biri Kaplıcalar'da, diğeri Keşişdağı'(Uludağ)'na doğru Balabancık'ta olmak üzere, iki kale kurmuştu ve kuşatmanın gelişmelerini izlemek için buraya bizzat gelmişti. Bizans komutanı nihayet onurlu şartlar altında teslim oldu. Türk tarihçiler, bu hadisede yine Osman Bey'in, şehirdeki ailelerin genç oğullarının gitmesine izin vermeyerek, ailelerin kalan bölümünün de şehirden gitmesini engellemekteki başarısını ve zekâsını överler.
Osman Bey, Bursa alındıktan kısa bir süre sonra, 1326 yılında gut hastalığından öldü. Birkaç koyun sürüsünün sahibi fakir bir adam olarak hayata başlayan Osman Bey, "Sultan Osman Gazi bin Ertuğrul" olarak hayata veda etti. Cuma namazlarında hutbe artık halifenin ve Selçuklu Sultanı'nın yerine onun adına okutuluyordu ve her yerde onun altın paraları kullanılıyordu.
Osman Bey'in, hükümdarlığın yükünü son yıllarda kendi omuzlarında taşıyan en büyük oğlu Orhan Bey, babasının atları ve koyun sürüleri nasıl ona geçtiyse babasına ait tüm eyaletler de ona miras kaldı. Kardeşi Alaeddin, Orhan'ın temsilcisi sayılan vezir rütbesini bile almak istemedi, aksine Osmanlı hanedanına mensup olanların birinci vazifesi olan hayır kurumları ile ilgilendi. Adı her zaman, kahramanlıklarla dolu bu zamanların kutsal kişileri arasında sayıldı.
Orhan Bey ise tam tersine savaşların ve zaferlerin adamı idi, ama dur durak bilmeyen, içlerindeki güdüler sebebiyle kendilerini sürekli olarak yeni teşebbüslere atmak zorunda hisseden savaşçılardan değildi. Bu temkinli, mantıklı ve soğukkanlı Osmanlı Beyi'nde Arapların fanatikliği ve Selçukluların ateşli girişkenliği yoktu ve zaman zaman düzensiz birliklerin gelip geçen liderleri tarafından yapılan akınlara katılmadı, tıpkı Bizans tahtı için yaşlı ve genç Andronikoslar arasındaki mücadele başladığında katılmadığı gibi. Bizans tahtı için yapılan bu mücadele sırasında dayanıklı, disiplinli ve paralarını ödeyenlere itaat eden Türkler hizmete alındı ve daha ilerki tarihlerde tarihçiler böyle düşüncesizce yapılan bir hareketten kaynaklanan felaketlerin suçunu her ne kadar sadece genç Andronikos'a ithaf etseler de gerek tahttaki imparatorun, gerekse tahtta hak iddia eden veliahtın ve güçlü Bakan Sirgiannes'in o anda mevcut bu yararlı savaşçılardan faydalandıkları kesindi. Bu Türklerin çoğu, kendi istekleri üzerine gemilerle İstanbuldan tekrar yurtlarına gönderildiler. Bu arada, Anadolu'daki Türk liderler de artık önemli sayıda birlikleri taşıyabilecek kapasitede gemilere sahiptiler. Kalanlar ise ganimet düşkünlüklerini gidermek için karmaşa içindeki Trakya Yarımadası'nın çeşitli bölgelerinde kaldılar. Andronikos, bir seferinde Gelibolu Yarımadası'nda 70 barbarın saldırısına uğradı ve ancak yedi yerinden yararlanan atı kapaklandıktan ve kendisi de ayağına saplanan bir okla yere düşerek, büyük bir tehlikeye maruz kaldıktan sonra, Büyük Karya'daki bu karşılaşmayı kendi lehine çevirip, düşmanlarını kaçırmayı başardı. Ama tüm bu karmaşaların hiçbirinde Orhan Bey'in ne iradesi, ne hırsı, ne de fetih isteği hissedildi; aksine bu gibi akınlar, Anadolu'nun çeşitli illerinden yola çıkıp bir araya gelen topluluklar tarafından yapılıyordu.
Son yıllarında sadece huzur isteyen dindar ve mütevazı yaşlı İmparator Andronikos'tan denizin öbür tarafında Bizans'a ait toprakların muhafazası için çok fazla şey beklenemezdi artık. Genç Andronikos ise farklı düşünüyordu, hatta Bursa'nın baskı altında çaresiz insanlarına yardım etmek için yanıp tutuştuğu, ancak durumların buna müsait olmadığı söyleniyordu . Dedesinin ölümünden sonra Bizans'ın tek hükümdarı olarak tahta çıktığında, Hristiyanlığın doğudaki gücünün temsilcisi olarak Orhan Bey'in cezasını vermek üzere Anadolu'ya geçti.
Bizans tahtı için yapılan mücadele sırasında Osmanlı gücü yavaş, ama kesin adımlarla ilerlemişti. Türk kroniklerinde, Sakarya Nehri kenarındaki Köprühisar'ın tekrar alındığından bahsedilmektedir ve İznik'in, kuşatılmasına dair, saf Hristiyanları sürekli olarak aldatmayı başaran, tebdil-i kıyafet içerisinde savaşçıların da geçtiği birçok hikâye anlatılır. Ancak, İmparatorun, Orhan Bey döneminin belki de en önemli hadiselerinden biri olan Tavşancıl (Philokrene) Meydan Muharebesi ile sonuçlanacak müdahalesine bu kroniklerde rastlanmamaktadır.
Andronikos, Meryem Ana resmine saygısını göstermek üzere önce Erdek'e geldi. Aynı zamanda, Osmanlı hanedanının en güçlü vasallarından ve mensuplarından biri olan, Frigya'daki güçlü komutan Ak Timur'un saldırılarına karşı Bizans'ın konumunu sağlamlaştırmak istedi53. Aniden beliren Bizans İmparatoru'na direnecek kadar güçlü olmadığını düşünen Ak Timur, Biga'da imparatorun huzuruna çıkmayı ve saygı gösterisinde bulunmayı kabul etti. Burada cereyan edecek olan hadiseler, Anadolu'daki küçük beyliklerin Bizans İmparatorluğu'nu yok etmek veya yerine başkasını getirmek yerine, eski ve saygın bir devlet düzenine sahip Bizans'a kolayca tâbi olabileceklerini göstermekte idi. Türklerin, Rumlarla birlikte yaşadıkları sırada
edindikleri birçok fikir ve ön yargının içerisinde Bizans İmparatoru'na ve eşsiz gücüne karşı duyulan saygı belki de en güçlü olanı idi. Timur'un uyrukları imparatorun önünde diz çöküp, mor ayakkabılı ayağını öptüğünde kendilerini hiç de küçük düşürülmüş addetmediler; en nüfuzlu Türkler bu sahneye şahit oldu ve başlarını yere değdirdiler. Yaşlı komutan, bunun üzerine atma bindi ve yanında tüm savaşçıları ile birlikte imparatorun yanında atını sürdü. Bir gün sonra aynı hürmetkar tavırlarla kendi beyinin huzuruna geldi ve kendisine verilen hediyelerini aldı. Bu sayede bu bölgedeki barış, imparatorun istediği biçimde sağlandı.
Orhan Bey ise küçük düşürücü bu seremoniye katılmaya gerek duymadı. Andronikos, muhtemelen eski bir subay olarak Protokinegos ünvanını taşıyan ve imparatorluğun eski müttefikleri Katalan asıllı bir Latin olan Mezotinya komutanı Godofre tarafından çağırıldığında, bu inatçı isyancıya karşı da kendisinin ve imparatorluğunun gücünü bizzat ilan etmek üzere ikinci kez Anadolu'ya geldi. İmparatorla birlikte gelen ve İstanbul, Edirne, Dimetoka ve Trakya'nın diğer şehirlerinin birliklerinden oluşan ordu oldukça kalabalıktı.
Sadece çekirdek birlikler bile 2 bin askerden oluşuyordu. Andronikos'un yanında birçok nüfuzlu kişi vardı. İmparator muhafız alayı ile gelen Büyük Patrik Eksotrohos, imparatorluğun baş komutanı Stratopedartf* Manuel Tagaris, daha önce adı geçen Baş Domestik Ioannes Kantakuzenos ve iki yeğeni ile Ioannes Angelos. Aylardan Mayıs'tı ve Türkler henüz güneşli ovalardan serin yaylalara çıkmamışlardı, ama düşmanlarının Maltepe'ye saldırmak üzere Anadolu tarafındaki Üsküdar'da gemilerden indiği haberi üzerine, kendileri için en önemli mal varlığı olan sürülerini güvenceye almak için yaylalara çıkışı hızlandırdılar.
Osmanlı sürülerini korumak ve kendisi tarafından fethedilen bölgelerin talan edilmesini önlemek için Orhan Bey, daha zor olan, ancak kendisi ve yanındakiler tarafından iyi bilenen en kısa yolları kullanarak ilerledi. Yanında bulunan savaşçıların sayısı, kesin bozgunun utancını biraz olsun haklı çıkartmak için, Bizanslı bir nakledici tarafından 8 bine yükseltildi. Yanında, sadece bu olayla birlikte adı geçen kardeşi Pazarlu Bey ve Rumlar tarafından Kolauzis, Salingari, Kataigialios ve Patatures diye adlandırılan babası zamanından kalma gazilerinden birkaçı vardı.
İlk kez burada Osmanlıların, eski Moğol ve yeni Bizans düzenlerinden oluşan savaş sanatı hakkında bilgi edinilmektedir. Tavşancıl yükseltisinin tepesi Orhan Bey tarafından işgal edildi; Rum tarihçi Kantakuzenos'un hesaplarına göre bin kişiden oluşan gazileri etrafında idi. Muhtemelen piyadelerden oluşan Osmanlı savaş gücünün çekirdeğini oluşturan bu grup, açılan bir çukur tarafından korunurken, 300 atlıdan oluşan öncüler, düşmanlarını ok yağmuruna tutup, savaşa tahrik etmek ve aniden ortadan kaybolmak üzere hazır tutuldu. Dağılan bu öncüler, savaş sırasında düşmanın kaçışını bir felakete dönüştürmeyi de başarabilecek güçte idi. Timar sahipleri ve sipahilerden oluşan diğer 2 bin kişi ise büyük bir bölümü gizlenen bu küçük ordunun kanatlarını oluşturuyordu.
Borazanların, Bizans ordusunda dua saatini ilan ettiği sabahın erken saatlerinde Türkler saldırıyı beklediler. Rumlar, Osmanlı karargâhının üzerine yürümeden önce istavroz çıkarttılar. İmparator'un 300 atlısı tam üç kez, saldırılarını durduran ve düşmanın gizlendiği yerden oklarını attığı çukura kadar geldi. Hristiyanlar, Haziran ayının sıcağına rağmen yorulmadılar. Orhan Bey, bin atlıdan oluşan öncü birliğini gönderdi, ama Tagaris'i düşürmeye muvaffak olamadılar. Nihayet, Osmanlı ordusunun tamamı ortaya çıktı ve sultanın kardeşine inatçı düşmanın üzerine katiyetle yürüme emri verildi. İmparator, Türk saldırısına bizzat karşılık verdi ve direnci kırdı.
Ancak Andronikos, Türk hükümdarını güçlü mevkiinden söküp atmayı başaramadı ve akşam olduğunda geri çekilmek zorunda kaldı. Birkaç Türk birliği düşmanı cesurca kovaladı; imparator tekrar, bu sefer tehlikeli bir biçimde yaralandı. Sevinçle Orhan Bey'e, Bizans İmparatoru'nun öldüğü haberi getirildi. Orhan Bey ancak o zaman, uzun süre direndikten sonra, yanındaki yaşlı gazilerin sürekli tekrarladıkları tavsiyelerine boyun eğdi ve Hristiyanların sipahiler tarafından katiyetle takip edilmesi emrini verdi.
Bizanslılar, tıpkı Malazgirt savaşında olduğu gibi, paniğe düştüler:
Kocaman bir ordu, Osmanlı ordusunun 300 sipahisinin önünde kaçtı; başlarında, bir battaniyeye sarılmış vaziyette taşınmak zorunda olan bir imparator vardı. Ioannes Kantakuzenos'un iki yeğeni öldü. Kısa zaman önce zafer çığlıkları atan, şimdi ise dehşete düşmüş olan Rumlar, birbirleri ile bağları kopan dört gruba ayrıldılar; Türkler, imparatorun atları ile birlikte kırmızı renkte değerli eyerlerini ve çadırını aldılar. Bunun dışında 400 atı daha ellerine geçirdiler. Sağlam korunan Tavşancıl, bizzat harekete geçen Orhan Bey tarafından alınma tehlikesi altında idi. Bizans İmparatoru, zafer vaatleri ile çıkmış olduğu İstanbul'a bir gemide ateşler içinde yatarak geri geldi (1330).
Orhan Bey, bu büyük zaferi en iyi şekilde kullanmayı çok iyi bildi. Muharebeden çok kısa bir süre sonra İznik halkı köle olarak götürüldü; Osmanlı ordusunun Türkleri, Selçuklu Sultanı Süleyman Şah'ın eski tarihi surlarla çevrili şehrini fethetti. Osmanlıların insaniyeti sayesinde Bizanslı komutanın hayatı bağışlandı. Ganimet olarak ellerine düşen birçok değerli eşya, kutsal tasvirler ve değerli kitaplar, daha sonra İstanbul'da tekrar ortaya çıktı ve alenen satışa sunuldu . Osmanlı rivayetlerine göre, Osman Bey'in oğlu, Yenişehir kapısından Neilo'nun bahçesine girdi. Adamlan, bu esnada Rumların terk edilmiş evlerini ve dul kadınlarını sahiplendi. Galibin cömertliği ile iki imaret kuruldu. Buradaki ışıkları ilk kez Orhan Bey yaktı ve yemekleri dağıttı. Aynca, Davud-ı Kayseri adında birinin müderris olarak görev yaptığı bir medrese ve ünü bütün bölgeye yayılan Kara Hoca Alaeddin'in baş imamlığını yaptığı Cuma Camii kuruldu. Bu camide Şair Aşık [Ahmed] daha sonra Selçukluların ardılı olarak Osmanlı beylerinin onuruna methiyeler düzdü ve tüm bölgenin vergileri İznik'in yeni beyine ödendi .
Yine de Orhan Bey, Anadolu'daki beylerin önde geleni olarak kabul edilmedi. Sahip olduğu şeyler, ikî zengin şehri ve bir dizi kaleyi kapsayan küçük bir bölge idi; aynca Sakarya Nehri üzerindeki geçit de onun komutasında idi, ama denizle bağlantısı sadece İznik Gölü idi ve elinde tecrübeli Rum denizciler yoktu. Komşuları ise büyük limanlara ve sahil boyunca geniş arazilere sahipti; daha zengindiler ve güçlü filolan vardı. Adları, Bizans'ta Osmanlı Beyi adından daha fazla dolaşıyordu.
Anadolu'daki Müslüman beylerin en tanınmışı, "faaliyetleri ve cesareti ile en güçlüsü" ve Bizanslı Gregoras'ın61 deyişine göre denizlerin kralı, o dönemde hiç kuşkusuz, limanlarını ziyaret eden batılıların Morbassano, Morbaissant veya Umur Paşa dedikleri Aydınoğullarının İzmir Beyi Umur Bey'di. Adı çok fazla geçmeyen [Mübazüriddin] Mehmed Bey'in oğlu olan bu genç hükümdar ve çelebi - Türk hanedanlarına mensup birçok kişide olduğu gibi, batılılar ona da sık sık "çelebi" derlerdi - sadece Selçuklu devleti zamanında hüküm süren Çaka Bey'in geleneklerini barındıran zengin İzmir'i değil, kardeşi Hızır Bey'in yönetimi altında bulunan Efes bölgesini de elinde tutuyordu. Bir taraftan gelirini gümrük vergilerinden kazanırken, diğer taraftan sadece komşu sularına değil, bunun ötesinde Akdeniz'deki Takımadalara, Kıbrıs, Rodos ve Girit Adaları yakınlarına, hatta Eğriboz Adası ile Tesalya sahillerine ve Mora Yarımadası'na kadar uzanan güçlü bir korsan gücü kurmuştu . Rum stilinde inşa edilmiş küçük gemileri sayesinde Türk adı otuzlu yıllarda, tıpkı modern zamanlarda Kuzey Afrikalı Barbareskler gibi, Avrupa'nın korkusu hâline geldi. 1332 yılında Papa XXII. Ioannes'ten nafile yere bir Haçlı Seferi düzenlemesi istenmiş; Cenevizliler, Avignon Şehri'nde "kutsal bir birlik" kurmak için boşuna kısa zaman önce Rodos'a yerleşen Rodos Şövalyeleri ile birleşmişti (1334). Fransa Kralı, kâfirlerle denizlerde karşılaşma sözünü tutmamış ve birkaç Müslüman gemisini eline geçirmeyi başarmasına rağmen, Jean de Chepoix'nın küçük filosu daha büyük bir başarı sağlayamamıştı . Umur Bey ve adamları büyük çaplı köle ticareti ile uğraşırlardı ve hükümdarlığının sınırları arasındaki bölgede, Hristiyanlar en sefil şartlarda yaşardı. Ayrıca İzmir ve Efes piskoposlarının çoğu zaman kutsal görevlerini yerine getirmelerine izin verilmezdi. Gümrük vergileri çoğunlukla yükseltilir, doğudan ve batıdan gelen sayısız tüccar çeşitli zorluklara maruz kalırdı. Ticaret yapan İtalyan cumhuriyetlerinin hiçbir konsolosu veya temsilcisine Umur Bey'in sınırları dahilinde bulunmasına izin verilmezdi.
Andronikos, itaatsiz bir Cenevizlinin bu iki kalesini imparatorluğa geri kazandırmak üzere Sakız Adası ve Foça'ya denizden bir sefer düzenlediğinde, Balat Emiri onu tıpkı daha önce Ak Timur'dan gördüğü saygı ve alçak gönüllülükle karşıladı ve imparatora gösterdiği saygı karşılığında hediyelerle ödüllendirildi. Bu örneği takip etmek istemeyen Umur Bey, hasta olduğu bahanesini öne sürdü ve Andronikos, Aydın Beyi'nin ve kardeşinin elçileriyle yetinmek zorunda kaldı.
Kısa bir süre sonra çeşitli Türk bölgelerindeki korsanlar tekrar faaliyete geçtiler. Önce, komşu Karesi Beyi'ne ait gemilerde, Edremit Limanı'nı açtığı Osmanlı birlikler belirdi. Sultaniyye Kalesi'nin (Çanakkale) Avrupa yakasında mağlup oldular. Bolvadin'de ve daha sonra Avrupa tarafında Tekirdağ'da ortaya çıkan birlikler de aynı kökendendi. Aydın'daki beye bağlı korsanlar, Selanik'e kadar ulaştılar.
Orhan Bey bu esnada İzmit'i de almak üzere harekete geçti. Kısa bir zaman önce neredeyse tam bağımsız olan vasallar Firigya'daki Bolu Beyi Konur Alp ve arazileri yeni bir ili, Kocaeli ilini oluşturan Paflagonya'daki Kandıra Beyi Akça Koca'nın topraklarını miras almıştı. Osmanlı Devleti'nin nüfuzlu Türk ailelerinden gelen valilerinin yerine kendi oğulları geçmişti. Süleyman, Kocaeli'nde sancakbeyi olarak görev yaparken, küçük kardeşi Murad, Sultanöyüğü (ya da înönü) Sancakbeyi idi. Orhan Bey, çok önemli olan bu Rum şehrinin fethini kolaylaştırmak için gerekli tedbirleri almıştı. Anlatılanlara göre tam bir çapkın olan en iyi komutanı Abdurrahman, onun adına Şamandıra ve Aydos kalelerini almıştı. Bu sayede, Osmanlı hükümdan Bizans'ın son tabyasının surları önüne geldiğinde, İzmit bölgesinin tamamı Türk sipahilerin elinde idi. Bizanslılar, sadece Yalakova [Yalova] diye adlandırılan bölgede ve Osman Bey'in daha önce İslâm'ın ve kendi hanedanının geleceği adına savaştığı Koyunhisar Kalesi'nde hüküm sürüyorlardı.
Daha sonraki Osmanlı kaynakları, Orhan Bey'in bu büyük teşebbüsüne de yine her zamanki gibi ilginç menkıbe havası katıyorlar. Bu kaynaklara göre, Orhan Bey, savaşçılarını bu sefer Rumların bir düğünü için İstanbul'dan gelen değerli hediyeler taşıyan sandıkların içine saklayarak şehre sokmuştu. Bu şekilde İzmit'e sokulan 40 kişi, 500 askerin daha şehre girmesini sağlamıştı ve sonradan gelenlerin hayal gücü burada da bu cesur Anadolu Beyi'nin geçmişini süslemişti.
Hadiselerin akışı gerçekte çok farklı ve Türkler için hiç de o kadar basit değildi, zira Orhan Bey, genç ve müteşebbis imparatorun idaresi altında yeniden canlanan imparatorluğu hiç hesaba katmadığını anlamak zorunda kaldı. İznik'in kurtuluşu için Tavşancıldaki meydan muharebesini göze alan Andronikos, büyük ve çok sayıda nüfusu barındıran İzmit gibi bir metropolün kaybını nasıl hiçbir şey yapmadan izleyebilirdi ki! Osmanlıların çok sayıda savaşçı ve savaş aracı ile surların önünde belirdiğini haber alan imparator, hemen erzak ve yenilenen imparatorluk donanmasının saldırıyı durdurmaya yetecek kadar gemisini yardıma yollamak için acele etti. Kısa bir süre sonra, düşmanına seferinin görkemi ile gözdağı vermek için bizzat geldi. Orhan Bey de gerçekten bir an için teşebbüsünden vazgeçti. Elçileri, Bizans İmparatoru'nu selamlamak ve mevcut sınırların muhafaza edilmesi şartıyla barış teklif etmeye geldi. Osmanlı geleneklerine göre, Andronikos'a hediye olarak atlar, av köpekleri, leopar derileri ve Fars stiline göre dokunmuş halılar ve kilimler sundular ve bunun karşılığında kendilerine gümüş bardaklar, yün ve ipek kumaşlar ile Orhan Bey gibi barbar liderlerinin değer verdiği türden bir onur hilatı verildi. Bu hilat, Türk Beyi için hem kendisine saygının, hem de topraklarının ve ünvanının kabulüne dair bir işaretti . Bizanslılar, Türklerin çadırları söktüklerini ve uzaklara gittiğini gördükleri ana kadar yedi gün boyunca İzmit'te kaldılar. Orhan Bey'in geri çekildiği tamamen kesinleştikten sonra imparator, İzmit'i en güçlü savunma durumunda bırakarak, İstanbul'a geri döndü.
Kısa bir süre sonra, aralarında Orhan Bey olmadan yeni bir Türk ordusu İzmit önlerinde belirdiğinde, Andronikos yükümlülüklerini yine unutmadı. Bulgarlarla savaşmakta olmasına rağmen, tekrar Anadolu'ya geldi ve burada büyük bir sevinçle barbarların neredeyse kaçarak geri çekildiklerini gördü . Geldiklerinin üçüncü günü, Bizanslılar tekrar geri döndüler.
Türklerin, Bizans İmparatorluğu aleyhine yayılma politikalarının işlendiği bu bölüm, aslında o dönemin beylerinden en büyüğü olarak İzmirli Umur Bey'e ithaf edilmelidir.
Umur Bey, aralarında kadırgalar olmasa da 75 gemilik büyük bir filo ile muhtemelen 1332 yılında tam korsanlara yakışır bir biçimde Semadirek sularında belirdi ve kısa bir zaman sonra Avrupa sahillerine çıktı. Panagia dolaylarında imparatora ve küçük bir Rum birliğine rastladı. İmparator'un da orada bulunduğu, bizzat Umur Bey'in komutası altında olduklarını ilan eden Türklerin gözünden kaçmadı; Rumların, onları bu konuda aldatma teşebbüsleri boşuna idi. Batı'daki şövalyelerin geleneklerine çok benzeyen Selçuklu zamanının geleneklerine uygun olarak düşmanı açık arazide savaşa davet ettiler ve bir sonraki güne kadar süre tanıdılar. Bizans birlikleri tarafından ertesi gün de hiçbir hareket görülmeyince, daha önce aldıkları ganimetleri bırakarak, düzenli bir biçimde sahile geri döndüler. Umur Bey, bunun üzerine çok az kayıp, ama moral açısından hiçbir kazanç elde etmeden evine geri döndü.
Ancak ilk kez gördüğü Trakya'yı unutamadı:
O bol ve verimli hasatların, en iyi kölelerin alınabileceği kalabalık köylerin ülkesi çok hoşuna gitmişti. O, geri dönmeye kararlı idi.
İmparator, 1333 yılında Cenevizlilerin elinden Midilli Adası'nı ve Yeni Foça'yı almak üzere Anadolu'ya yöneldiğinde, ister istemez, Umur Bey'in ona zarardan çok yarar getirecek komşusu ve rakibi Saruhan Bey ile samimi ilişkiler kurmak zorunda kaldı. Bu beyin oğlu Süleyman, tıpkı Saruhanoğullarının bölgesindeki diğer nüfuzlu ailelerin birçok oğluna tuzak kurularak esir edildikleri gibi, o dönemde Foça hükümdanmn elinde idi. Saruhan Bey, piyadeler ve 24 gemi ile Yeni Foça'nın iyi donatılmış olması yüzünden beş ay süren kuşatmaya katıldı.
Bu arada, Aydınoğulları hanedanı da Bizans'a tâbi olacağını ilan etti:
Umur Bey, kardeşi Hızır Bey ve ölen Mehmed Bey'in üçüncü oğlu Süleyman Bey, imparatorun karargâhına geldi ve burada geleneksel hediyelerini aldılar. Bunun üzerine, Foça Limanı'nı daha iyi kuşatabilmek için Aydın'dan 30 gemi daha geldi. Umur Bey, ikinci kez eski arkadaşı Baş Domestikos Kantakuzenos'u ziyaret etmek üzere Clazomen'e (Bugünkü Urla yakınlarında bir kasaba) geldi ve imparatorun huzuruna çıkarak, tekrar Bizans'ın vasalı olduğunu ilan etti . Aynı zamanda şeklen hâlâ imparatora ait olan Alaşehir'i her türlü vergiden muaf tutmaya söz verdi ve deneyimli birliklerine Avrupa'da isyancı Arnavutlara karşı savaşmak üzere Bizans hizmetine girme izni verdi. Kısa bir süre sonra İyonya topraklarından gelen bu Türk birlikleri, tıpkı Anadolu gibi bir yayla memleketi olan ve her ovada ve dağlardaki yaylalarda koyun çanlarının çaldığı Tesalya bölgesinde görüldüler. Adriyatik Denizi'ndeki Epidamnus'a kadar geldiler ve birçok Hristiyan köle aldılar. İmparator, onların serbest bırakılması için boşuna para ödemeyi önerdi. Esir alınanların bir çoğu, bir daha özgürlüklerini ve vatanlarını görmemek üzere Anadolu'da ortadan kayboldular . Aydın'dan gelen başka birlikler ise daha sonra "Akamanyalılara" karşı savaştılar.
Bizans'ın sadık ve itaatkâr bir taraftan hâline gelme niyetinde olmayan Orhan Bey, Aydınlı komşusunun yürüttüğü politikalara katılmayı reddetti; Kantakuzenos'un zekice yürüttüğü politikanın onun üzerinde şimdilik etkisi yoktu. O, önce İzmit'i almak ve daha sonra İstanbul'da Umur Bey'den daha farklı bir biçimde kabul edilmek istedi.
Orhan Bey, bu sefer imparatorun İzmit'e tekrar müdahalesini önlemek için büyük bir oyun oynamaya karar verdi. Gittikçe Osmanlılara tâbi olmaya başlayan Karesi Beyliği'nden 24, belki de 36 gemiden oluşan güçlü bir filoyu ödünç aldı. Amacı, Marmara Denizi'ne çıkmak; Anadoluhisarı'nı almak; gerek Asya, gerekse Avrupa yakasında ileride yapılacak seferler için destek noktaları oluşturmak; İstanbul'un kırsal kesimlerinde, tarlalarında hasatları ile uğraşan köylüleri köle yapmak; kötü savunulan terk edilmiş evlerini talan etmek ve bu sayede imparatoru dehşete düşürmekti. Göründüğü kadanyla Bizans'a düşman olan Galata'daki Cenevizliler de yardım etmeyi vaat etmişlerdi. Umur Bey'in daha önceki akınının benzerini, ama daha büyüğünü gerçekleştirmek için bütün tedbirler alındı.
Bizanslılar, ancak son anda Osmanlıların gelişinden haberdar oldular. Kantakuzenos, acilen yaklaşık 100 seçkin atlıyı topladı ve düşmanı beklemek üzere Enneakosia'ya hareket etti. İmparator, kendisi için üç kadırga hazırlattı, ama kadırgalarında silahlı adanılan yoktu.
Türkler, iki gruba ayrılmıştı:
Biri Anadoluhisan'na doğru hareket ederken, diğer grup şehrin dış mahallerine yönelmiş ve burada birçok cürüm işlemişti. Anadolulu hafif okçuların, Rumların atlarını kolayca vurmalarına rağmen, Kantakuzenos bu son grubu yok etmeyi başardı. Gregoras, kroniğinde bin ölü ve 300 yaralıdan bahseder. Diğer taraftan Andronikos da birkaç gemiyi telef etti ve Anadoluhisan'na daha büyük bir Bizans ordusu gelmeden, burada huzur sağlanmış oldu. Bu ilk organize olmuş Osmanlı gücünü, Boğazlardaki kaleleri fethederek, Avrupa'ya taşıma teşebbüsü de böylece engellenmiş oldu. İmparator, zafer sarhoşluğu içinde, mucizeler yaratan Meryem Ana'ya dua ve teşekkür etmek üzere Hodegetria Kilisesi'ne gitti.
Orhan Bey, Bitinya'ya geri döndükten sonra hiç rahatsız edilmeden İzmit'i alacak kadar başarı elde etmişti.Bizans, İzmit yakınlarındaki göle yeni bir filo gönderecek durumda değildi. Şehir, Türklere göre savaş hilesi]5 ama muhtemelen daha çok barışçıl yollarla Osmanlıların eline düştü. Burada da daha önce İznik'te ve Bursa'da olduğu gibi, kiliselerin çoğu Hristiyanların elinden alındı ve yakınlarına imaretler ve medreseler kuruldu. Kaynaklara göre, sahil boyunun yönetimi Kara Mürsel'e verilirken, Orhan Bey'in oğlu Süleyman, İzmit Sancakbeyi tayin edildi.
14. yüzyılın içinde bulunduğu durumlar karşısında Bizans için bir kez kaybedilen bir yeri tekrar geri kazanmak düşünülemezdi. Andronikos'un son hükümetinde nüfuzlu bir bakan hâline gelen Apokaukos, en azından denizi açık tutabilmek için, Büyük Amiral sıfatıyla yeni bir Bizans filosu inşa etme kararı almıştı. İyonyalı ve Bitinyalı barbarlann saldırılarından korunmak için ayrıca Lüleburgaz, Gynaikokastron, Amfipolis, Peritherion ve Dipotamion'da yeni kaleler inşa ettirdi.
Türklerin ilerlemesini belki belli bir süre için tutmaya yeterdi bu tedbirler, ancak Bizans İmparatoru'nun henüz genç yaşlarda aniden ölümü üzerine arkasında sevilmeyen bir imparatoriçe - dul eşi Savoylu Anna'yı -ve henüz reşit olmayan bir halef - oğlu V. Ioannes'e - bıraktı. Kantakuzenos, imparatorluk hanedanına akrabalığı, ölen imparatorun samimi bir arkadaşı olması ve ülkede bilgi ve beceri açısından en yetenekli insanlardan biri olma sıfatı yüzünden Apokaukos'un İmparatoriçe Anna'nın en nüfuzlu danışmanı hâline gelmesini hazmedemedi. Kısa bir süre sonra ayaklandı, hatta daha sonra kendini VI. Ioannes adıyla imparator bile ilan etti. Bu tarihten sonra imparatorluğun kapıları, başta Türkler olmak üzere, bütün yabancılara açıktı, zira taraflardan her biri zaman zaman askerî yardıma ihtiyaç duyuyor ve hiçbiri bundan vazgeçemiyordu.
İmparator'un ölümünden kısa bir süre sonra bir araya gelen Aydınlı savaşçılar, Bizans'a hizmet etmek için fırsat kolluyorlardı. Ayaklanan Bulgarlara karşı savaşmaya rıza gösterdiler, ama 250 gemiye sahip olmaları ve büyük bir ordu meydana getirmelerine rağmen, iyi tanıdıktan Kantakuzenos'un tavsiyesi üzerine kendi topraklarına geri döndüler80. Daha sonra Bulgar Kralı Aleksander'e karşı kullanılmak üzere tekrar çağırıldılar, ama bu akın sırasında Avrupa'da sadece kısa bir süre için kaldılar. 1341 yılında Trakya sahillerini yakıp yıkan çeteler, Türk olsa bile, muhtemelen Umur Bey'in adamları değildi.
Türklerin, 1342 yılında imparatorluk içerisindeki karmaşalara katkısı çok daha önemlidir:
İzmir ve Efes'teoon gelen 380 gemi çoğunlukla atlılar olmak üzere 2.900 seçkin savaşçının Avrupa'ya çıkartıldığı söylenir . Bu savaşçılar, Meriç deltasına kadar geldiler, ama Bulgarlarla savaşmaya değil, aksine batıda Sırp müttefikleri ile birlikte Bizanslı düşmanlarına karşı savaş veren dostlan Kantakuzenos için savaşmaya gelmişlerdi. Ama sadece Kantakuzenos'un eşinin konakladığı Dimetoka'ya kadar gelebildiler ve burada Kantazukenos'un eşi ve Kantakuzenos davasının oradaki taraftarları ile bağlantıya geçtiler . Sert geçen kış ayları, hastalıklar ve erzak yetersizliği ile hamilerinin umutsuz durumu, Trakya'yı tekrar terk etmelerine sebep oldu.
Umur Bey'in tebaası ve Karaman Bey'i Alişîr, 1342 yılında Bizanslılarla dostça ilişki içinde bulunan yegâne Türklerdi. Alişîr Bey' in dostane ilişkileri biraz da yer olarak Bizans'a uzak olmasından kaynaklanıyordu. Bunun aksine, Saruhanoğullarından Saruhan Bey, Bizans kroniklerinde adı Giaxis (Yahşi) olarak geçen Karesioğullanndan Karesi Bey ile ittifak kurup, bölünmek üzere olan çaresiz Bizans'a saldırmak üzere anlaşmışlardı. Apokaukos'un filosu, bir seferinde bu planı bozmayı başardı, ancak Saruhan Bey ikinci ve üçüncü kez olarak yine harekete geçti ve Rumlardan birçok ganimet topladı. Bunların intikamını almak üzere yeni Amiral Senaherim Türk bölgelerine kadar girdi ve Karesi Beyi'nin limanlarından birini işgal etmeyi başardı. Bu arada Orhan Bey de boş durmamakta idi. Yeni hükümetle banş imzalamış, ama yardıma gelme sözü vermemişti.
1343 yılında da Kantakuzenos ve Apokaukos tarafından yönetilen Bizans sarayı arasında devam eden mücadeleler, Umur Bey'in tekrar Avrupa'ya çıkmasına fırsat doğurdu. Aynı dönemde Selanik önlerinde Apokaukos'un komutası altında, sadece 22 de olsa, Türk gemileri olduğu söylendi89. Bu yüzden Kantakuzenos, kendinde yıllardır tanımakta olduğu Umur Bey'den yardım isteme hakkını gördü. Hafif ve bütün tehlikelere açık bir sandal ile Umur Bey'e bir elçi gönderdi. Sandal, Umur Bey'in bulunduğu yere geldiğinde, Umur Bey'in eski dostunun hayatta olmasına şükrettiği ve 200 gemi ile yardımına koştuğu anlatıldı. Rüzgarlar onu Eğriboz sahillerine kadar götürdükten sonra, Apokaukos'un dehşetle terk ettiği Selanik Limanı'na vardı ve filosu, ordunun yarısı ile birlikte Pidna üzerine yürümek için ayrılırken, Umur Bey kimse tarafından engellenmeden Kantakuzenos'un onu beklediği Karaferye'ye vardı. Eski dostu ile bir araya geldikten sonra Umur Bey, Rum'un tüm akınlarına katıldı; ne kendisi, ne de atlıları bir an olsun yanındaıl5 ayrılmadılar - Türk ordusunun kalan kısmı, piyadelerden oluşuyordu. Türkler, talan edilebilecek her yeri talan ettiler; en fazla önem verdikleri iş ise köle almaktı. Yedi gün boyunca civarında kaldıkları Selanik'i kuşatmak, daha doğrusu almak istemelerinin sebebi buydu. Kantakuzenos'un ordusu nihayet doğuya doğru yol aldığında, tahtta hak iddia eden Kantakuzenos'un barış elçileri ile birlikte Umur Bey'in temsilcisi olarak Selahaddin adında bir Türk İstanbul'a gönderildi. Ama elçiler başarısız oldu ve Umur Bey, birkaç hafta sonra sipahileri ve 6 bin piyadesi ile birlikte yolunun üzerindeki her yeri yağmalayarak, Dimetoka'ya girdi. Hastalığına; bir çatışma sırasında sadece zırhı sağlam olduğu için kurtulmuş olmasına ve Bulgarları da yardıma çağıran İstanbul'daki saray mensuplarının ricalarına ve vaatlerine rağmen, Avrupa'da kaldı. Bizans sarayı ile barışını sağlamadığı sürece müttefikini yalnız bırakmak istemedi ve Trajanopolis'te daha birkaç gün Kantakuzenos'un yanında kaldı. Nihayet, imparatoriçenin verdiği paraları da yüklenerek, Enez'e geçti ve dostuna 15 gün içerisinde yardım gönderme sözü verdikten sonra - ki bu yardımı gerçekten de gönderdi - ordusu ile birlikte Rum kadırgalarına bindi.
Tarafların mücadelelerinden dolayı Bizans aylarca Türklere açık bir hal almıştı, zira o dönemlerde taraflardan hiçbiri Türklerden destek almaktan utanmıyor ve hizmetlerinden yararlandıklarını saklamaya gerek görmüyordu. Eksiye nazaran tek fark, kepazeliğin doruk noktada olduğu bu dönemlerde, imparatorluğun gerçek yöneticileri ittifak güçleri liderleri idi ve onlar da istedikleri gibi hareket ediyorlardı.
Umur Bey, kısa bir süre için Latinlerle yaşadığı bir anlaşmazlık yüzünden Balkan Yarımadası'nda Kantakuzenos lehine, daha doğrusu kendi ve korsanlarının menfaatine yürüttüğü faaliyetleri askıya almak zorunda kaldı, zira 1344 yılı Mayıs ayında Batı'dan gelen Haçlılar, Halkidikya Yarımadasının sularında, Pellene yakınlarında İtalyanların "Portolongo" dedikleri düzlükte, Aydınoğullannın 60 hafif gemiden oluşan bir filosuna rastlamış ve yok etmişti. Bu çatışmanın galipleri, sonbaharda İzmir önlerine gelmiş ve ciddi bir dirençle karşılaşmamışlardı. Umur Bey o sırada şehirde bulunmuyordu ve piyadeleri Orhan Bey'in askerleri ile kıyaslanamazdı. Şehir, direnemeyip düştü ve büyük bir kısmı Rodos Şövalyeleri, daha küçük bir kısmı da Cenevizli Zaccarias'ın o sırada Bizans'ın hizmetinde bulunan adamları tarafından işgal edildi. Türkleriıl5 bayrağı yerine surlarda Bizans'ın bayrağı dalgalandı ve Frankların gemileri baharı beklemek üzere Eğriboz'a geri dönerken, hisarda İstanbul'un Latin Patriği ve Haçlı Seferi komutanı Heinrich yönetimi devraldı. Bundan uzun bir zaman önce Ermeni Kralı Kıbrıs'taki Lusignan hanedanından o dönemlerde henüz dinen sapkın olan devleti için bir ruhban toplantısında Roma kilisesi ile ittifak ilan etmiş olduğundan, aynı aileye mensup, ancak uzun yıllar boyunca Tesalya'da Ferecik valisi olarak Rumlar arasında yaşamış olan halefi Guy, 1344 yılında Küçük Ermenistan'ın başkenti olan Sis'te, belki de Ermeni Limanı Ayas (Lajazzo/Yumurtalık)'da İzmir'in yeni beyleri ile aynı politikayı yürütmekte idi.
Hristiyanlar çok kısa bir zaman sonra umutlarının suya düştüğünü görmek zorunda kaldılar. Avrupa'da, İzmir'in fethi sevinçle karşılandıktan kısa bir süre sonra Umur Bey geri döndü ve Aydın'ın iç bölgelerine çekilmiş olan adamlarına ulaştı. Türkler, şehri çevreleyen dağların tamamına sahip olduklarından, bir tepenin üzerine kurulmuş olan İzmir Kalesi'ne karargâh kurarak, zaferin verdiği sarhoşlukla dayanıklı düşmanlarını küçümseme hatasına düşen Hristiyanları sürekli tehdit ettiler. 17 Ocak 1345 tarihinde Patrik, Zaccaria ve Cenevizli komutan Zeno, şehrin yeni surlarının dışında bulunan kilisesinde ayine katılmak üzere, limanın güvenli bölgelerinden çıktılar. Ayin yapıldığı sırada bir Türk birliğinin saldırısına uğradılar ve öldürüldüler. Geri kalan Rodos Şövalyeleri, her ne kadar birkaç İtalyan ile birlikte limanı Bizans adına ellerinde tutmayı başarsa ve Lombardiyalı Rodos Şövalyesi İzmir'in savunucularının liderliğini üstlense de, daha önceleri Bizans topraklarına ait olan bu bölgede hükümdarlığını yeniden sağlamlaştırmayı düşünen Zaccaria gibi, en önemli üç komutanın ölmesi ile batılıların büyük fetih planları bozuldu. Eğriboz'daki gemiler silahsızlandırıldı ve Hristiyanların amansız takipçisi Türklere karşı savaş, daha uygun bir zamana ertelendi.
Umur Bey'in Haçlılar ile İzmir için yaptığı savaş, savaşçılarından bir bölümünün önceden de olduğu gibi Bizans'ın hizmetinde bulunması için bir engel değildi. Porto Longo muharebesinden kurtulan Türkler, Gelibolu Yarımadası'na geldi ve sınırlarını Selanik yakınlarına kadar genişletmiş olan ve bölgenin huzuru için Türklerden korkmak zorunda olan Sırp Kralı Duşan, işgalcilere karşı birkaç yüz atlı gönderdiğinde, atları TürK oklarıyla yaralanan Sırplar, atlarından inmek ve dağlara kaçmak zorunda kaldılar. Atları, Türklerin ellerine geçti. Ağır Bizans zırhlıları yüzünden engellenen insanlar da, arkalarındaki tepelere çıkıp, yollarını kesen ve onları katleden bu yetenekli insan avcılarından kaçamadılar . Bu, daha sonra Osmanlı'nın kılıcı altında kırılacak Sırp halkına karşı Türklerin elde ettiği ilk zaferdi.
Bu silahlı çatışmadan sonra Aydınlı birlikler, beylerinin müttefiki Kantakuzenos'un yanına gitti ve düşük bir ücret ile ganimet toplama izni alarak, 40 günlüğüne onun hizmetine girdiler. Paralar, Kantakuzenos'çuların Dimetoka'daki karargâhına geldi ve bundan cesaret alan birlikler, sayıca çok az olan Rumların ve Sırpların yanında fethedilen Gratianopolis'in ve Ereğli'nin kuşatmasına katıldılar. Aynı zamanda sahil şeridini yöneten Osmanlı Beyi Akçakoca ile pazarlık yapan İmparatoriçe Anna, çekilmelerini sağlamak için yan komutan, yarı haydut Bulgar Momçilo'nun hizmetlerine başvurmak zorunda kaldı. Bu haydut, Umur Bey'e ait 15 gemiden üçünü bütün mürettebatı ile birlikte ateşe vermeyi başardı. Kantakuzenos ise bu hadiseden sonra ayakta kalabilmek için, kendisi ne kadar Farsça biliyorsa, o kadar Rumca bilen ve Bizanslı Magnat Ioannes Matatzes'in kızı ile evli olan son Karesi Bey'i Süleyman Bey'e başvurarak, yeni bir Anadolulu müttefik aramak zorunda kaldı. İlk yardım edenlerden biri olan Aydınoğullarının daha önce geldikleri Gelibolu Yarımadası yakınlarındaki Cumalıköy (Aigospotamoi)'de buluştular. Bunun neticesinde Türk akınları yine İstanbul kapılarına kadar dayandı. Bölgede yaşayan insanların bir çoğu, kaçarken derin sularda hayatlarını kaybetti.
Kısa bir süre sonra, Latin düşmanlarını yenmeyi başaran Umur Bey de tekrar Avrupa'ya yönelebilecek ve Rum iç savaşını canlandıracak duruma geldi. Ölümünden önce ona bir kez daha Avrupa'yı görmek nasip oldu.
Kaynakça
Kitap: OSMANLI İMPARATORLUĞU TARİHİ
Yazar: NICOLAE JORGA